Kaçış ve Bağımlılık

Sosyal fobi ve psikoloji üzerine makaleler..(Lütfen yazının kaynağını belirtiniz)
Cevapla
Kullanıcı avatarı
LAYSOS
Mesajlar: 540
Kayıt: 20 Haz 2007, 20:30
Konum: Muğla, Merkez

Kaçış ve Bağımlılık

Mesaj gönderen LAYSOS »

Yazar Maral Kürkçü

Kaçış: Bilinenin ağır yükü insanı nereye sürüklediği kurcalanmadıkça, yaratıcı eylem gerçekleşemez. ‘Ben’ bilinenle oluşur. Anılar, kırgınlıklar, sayısız bilinen ‘ben’i oluşturur. Geçmişin birikimiyle hareket eden tepkiler, bilinenle koşullu zihin tutumudur. Kişisel ilişkilerde bilgi böler, ayrıştırır.

Sayısız parçalara ayrılmış ‘ben’ kaçınılmaz olarak çatışma içinde bulur kendini. Düşünce düzen veya düzensizlik içinde saklı özü anlamadan, önüne tesadüfen çıkan önemsiz ayrıntıları çözebilmek için çabalar veya bunları değiştirmek, iyileştirmek için neyle sonuçlanacağı belli olmayan çatışmaları göze alır. Ya da önüme çıkan engellerle savaşmak yerine onlardan kurtulmanın yollarını arar. Ancak öz kavranmadığı için kaçış için çabaladıkça bağımlılık daha da artar. Bu nedenle sorunla karşılaşılan öğretiler, gurular, hocalar, öğrenciler yenisiyle değiştirilir. Eğitimci olarak başladığı yaşamı, güçlü bir endüstride sürdürmek ister. Ya da çok paralı bir işte yaşadığı sıkıntılı ilişkiler onu eğitimci olmaya yönlendirir. Oysa her yeni, yeni sorunla karşısına dikilir.
Müptelayım sana

Bağımlılık, çok farklı çeşitlerde karşımıza çıkabiliyor. Kokain, eroin, alkol bağımlıları, işkolikler, alışveriş tutkunları, sekskolikler ve onlarca benzer örnek... Bağımlı olmak ne anlama geliyor? Bu fizyolojik bir sorun mu, psikolojik mi, yoksa ikisinin bir karışımı mı? Dahası, "bağımlılığa yatkın kişilik" terimi hangi ölçütlere oturuyor? Bazı kişiler genetik yapıları nedeniyle kumar oynamaya ya da eroin kullanmaya mı programlı, yoksa insanoğlu bir davranışın tutsağı olmaya eğilimli bir varlık mı? Amerikan Psikiyatri Derneği'nin Teşhis ve İstatistik El Kitabı'nda "bağımlılık" değil, "uyuşturucu madde ve ilaç bağımlılığı" ya da "dürtü kontrol bozukluğu" terimi kullanılıyor. Tutku ve tutsaklık sorunu ya da bir başka ifadeyle alışkanlık ve bağımlılık, birbirlerinden farklı terimler. Yine pek çok psikolog gibi, Cardiff Toplumsal Bağımlılık Birimi klinik psikologlarından Richard Pates de, "bağımlı kişilik" yerine "kompülsif bozukluk" ifadesinin uygunluğunu savunanlardan.


Pates, herkesin bazı koşullarda bağımlılık potansiyeline sahip olduğuna inanıyor. Örneğin, insanların öğrencilik yıllarında, yaşamlarının diğer dönemlerine oranla çok daha fazla alkol tükettiklerini, çünkü bunun kültürel bir norm kabul edildiğini belirtiyor.


Tabii ki, her insan kendisine haz veren birtakım duyguları tatmak istiyor. Bağımlı kişi, bu doğal dürtüyü çok uçlarda yaşamayı tercih ediyor. Bağımlı olmayan kişi, o güzel anla yetinip durmayı başarırken, bağımlı, aynı eylemi defalarca tekrarlama gereksinimi duyuyor. Alışkanlığının esiri olmaya başlıyor, arzusunu dizginleyemiyor ve tutkunu olduğu eylemi her gerçekleştirdiğinde, buna bağlı rahatsızlıklar, psikolojik sorunlar yaşıyor.


Alışkanlık ve bağımlılığın fizyolojik açılımını kavrayabilmek için, beyindeki sinir yollarında ya da "haz merkezi"nde nelerin meydana geldiğini bilmek gerekli.


Haz merkezinde, serotonin, dopamin, glutamat gibi beynin doğal yollarla oluşturduğu psikoaktif maddeler, bu maddelere ilgi duyan alıcılar (reseptörler) ve bu maddelerin taşıyıcıları (transporter) bulunuyor. Bütün bunlar, nörotransmitter bağlantı şebekesiyle haz, duygu ve heyecan durumlarını yaratıyor. Kişi kendisini iyi hissetmesini sağlayacak bir eylemde bulunduğunda, beynin haz merkezindeki bu kimyasal ağ, uyum içinde harekete geçiyor. Bu ilişkiler ağının, yaşamın asıl amacını zevk kabul eden hedonizm öğretisini doğru-lar nitelikte olduğunu söylemek, çok da yanlış sayılmasa gerek. Ancak, gerçekte bu merkez, öğrenmeyi teşvik eden, insanoğlunun yaşamını sürdürmesi için gerekli olan üreme, yemek yeme ve su içme gibi eylemlerin emredildiği yer. Örneğin, hazza yol açan "nörotransmitter"lerdeki artış, seksin günlük yaşamda bir eğlenceye dönüşmesini sağladı; bu nedenle de, eylemin tekrar edilmesi isteği doğuyor. Evrim döneminde ..., sadece bir üreme aracıydı ve türün devamlılığı için gerekliydi, bir zevk unsuru değildi.


Haz uyandıran eylem bir kez gerçekleştiğinde "nörotransmitter"ler, enzimler tarafından parçalanıyor ya da taşıyıcı moleküller tarafından alınarak daha sonra kullanılmak üzere depolanıyor. Narkotik olmayan bağımlı (kumar veya ... bağımlısı gibi), eyleminin kendisi için nörokimyasal açıdan teşvik gören bir özelliğe sahip olduğunu öğrenince, bu alışkanlığı tekrarlama eğilimine giriyor. Örneğin kumar, onun haz merkezini doğrudan uyarıyor ve kişi bu duygunun tutsağı oluyor. Bağımlı olmayan kişi de bunu fark ediyor. Ancak, normal sınırlar içinde eylemi ne zaman yapıp ne zaman yapmayacağı konusunda yargıya varabiliyor.


Eroin gibi uyuşturucu madde ve ilaç bağımlılığında süreç çok daha farklı gelişiyor. Eroinin kendisi beynin biyokimyasını bozuyor; dopamin, enkefalin ve diğer haz üreten kimyasalların düzeyini artırıyor. Örneğin kokain, dopaminin geri alımını engelliyor. Amfetaminler ise, dopaminin taşıyıcılar yoluyla depolanmak üzere geri alımını engelleyerek, daha fazla dopaminin kullanılması sağlıyor.İlk başlarda, beyin bu kimyasal istilaya karşı tepki geliştiriyor. Ancak, kısa bir süre sonra teslim oluyor ve bu uyuşturucu madde bombardımanını yaşamın bütünlüğünü sağlaması için kurduğu denge gibi kabulleniyor. Kimyasallar beynin kontrolünü ele geçiriyor. Müptela, artık kendisini iyi hissetmek için değil, normal hissetmek için uyuş-turucu maddeye ihtiyaç duyuyor. Artık zevk yok oluyor, ihtiyaç başlıyor. Beynin mü-cadelede yenik düşmesi, birtakım rahatsızlıklar doğuruyor. Beyin sinirleri üzerindeki başkalaşma, psikolojik bağımlılık, depresyon ve şiddetli arzuya yol açıyor. Kişi iki çıkmazın pençesine düşüyor: daha fazla maddeye psikolojik arzu, maddenin eksikliğine bağlı olarak vücutta meydana gelen fizyolojik "yoksunluk sendromu”.


Madde, beynin duygu, heyecan ve bellekle ilgili bölümlerini doğrudan etkilediğinden, kullanıcı sürekli bu heyecan ve hatırlamanın etkisi altında kalıyor; madde anılarını canlı tutuyor. Bu durum, bağımlılığın aşılmasını daha da zorlaştırıyor. Kişiye maddeyi çağrıştıran bir yer, bir görüş ya da kişisel eşya, arzuyu tetikleyebiliyor.


Kullanıcılar çoğunlukla, yaşam alanlarında kendilerini bu tür bir bağımlılığa sürükle-yen fizyolojik eylemi normal olarak nitelendiriyorlar. Bunu bir yaşam tarzı olarak be-nimsiyor; düşüncelerinin, duygularının ve çevreleriyle kurdukları ilişkinin bir ifadesi olarak görüyorlar. Çevre, bağımlılık konusunda yaşamsal bir önem taşıyor. London Kings College Uyuşturucu Madde Bağımlılığı Bölümü profesörlerinden Griffith Edwards'a göre, toplumsal haklardan yoksun koşullarda yaşayan bir kişinin, daha iyi koşullarda yaşayanlara oranla madde bağımlısı olma eğilimi 30 kat fazla.


Edwards, "Yıkıcılığın teşvik edildiği bir çevrede yaşıyor, amaçsızca okula gidip geliyorsanız, eroinman olmak kişilik kazanmanın bir başka çeşidine dönüşebiliyor. Kişi bir kimliğe, bu altkültür içinde yeni bir toplumsal role bürünüyor" diyor.


Psikolojik açıdan bakıldığında bağımlılık, bir savunma mekanizması gibi de değerlendirilebilir. Yemek yeme alışkanlıklarındaki bozukluklar ve egzersiz bağımlıları üzerinde çalışmalar yapan psikolog Lizzie McCann, acı veya ruhsal sıkıntıları gidermek için, kişilerin birtakım kaçış yollarına ve bağımlılıklara yöneldiklerini belirtiyor. "Şekerli besinler kan şekerini, egzersiz de endorfini artırıyor. Bağımlı kendisini daha iyi hissetmek için eylemini tekrarlıyor. Ancak, bu sadece bir oyalanma davranışı ve sorunun temeline etkisi olmuyor. Sonuçta ruhsal sıkıntı arttıkça, kişi de bağımlısı olduğu eylemi çoğaltıyor."


Maddenin seçimi de toplumsal yaklaşımlarla doğru orantılı. Örneğin, eroin tüm toplum tarafından dışlanan bir maddeyken, alkole bakış daha ılıman. Çünkü alkol, toplumun tüm kesimleri tarafından tüketilen bir madde.


Psikoseksüel tedavi uzmanı Janice Hiller, "hiperaktif seksüel bozukluk" ya da medya-da bilinen şekliyle "... bağımlılığı" çeken hastaların da benzer bir durumla karşı karşıya olduklarını ileri sürüyor. "Bazı kişilerin uyarı mekanizması çok çabuk harekete geçebiliyor. Bu kişiler, cinsel yaşamın normal karşılandığı, rahatlıkla kabul gördüğü bir toplumda arzularını dizginlemek ihtiyacı duymuyorlar. Aynı fizyolojik gereksinimi hisseden toplumun diğer bireyleri ise, bu güdülerini düzene sokabiliyorlar. Onların da fantezileri var; ancak, bunları hayata geçirmiyorlar. Dolayısıyla iş yaşamları ve ilişkileri bundan olumsuz yönde etkilenmiyor."


Bu yaklaşımın tüm bağımlılıklar için geçerli olduğu söylenebilir. Sağlıklı bir kişinin güdülerini harekete geçirme ya da dizginleme konusunda seçeneği var. Ancak, bağımlının böyle bir şansı yok: hissediyor ve yapıyor... Lizzie McCann gibi düşünen uzmanlar, bu tür kişileri "bağımlı kişilik" şeklinde tanımlıyorlar: "Bazı kişiler bir bağımlılıktan diğerine (alkolizmden ... bağımlılığına gibi) geçebiliyorlar. Bağımlılığın genetik mirasla ilişkili olduğu düşünülebilir."Griffith Edwards ise, "bağımlı kişilik" kuramını "medya miti" olarak değerlendiriyor. Bağımlılık davranışının öğrenildiğini, karar verme süreciyle bağlantılı olduğunu; o nedenle de, herkesin bağımlılığa eğilimli olduğunu savunuyor.


Bunun yanı sıra, hemen hemen tüm uzmanlar, genlerin rol oynadığı konusunda aynı kanıyı paylaşıyorlar. Kişiyi bağımlılığa karşı koruyan ya da bağımlılığa iten genler var. Örneğin, New York Rockefeller Üniversitesi biyologları, beyinde eroinin tuttuğu "mu reseptör"lerindeki genleri araştırdılar. Bu çalışmada, A118G adı verilen bir "mu reseptörü" gen tipini keşfettiler. ABD'de yaşayan İspanyollar üzerinde yaptıkları bu araştırmada, uyuşturucu kullanmayanlarda A118G'nin, kullananlara oranla daha yaygın olduğunu belirlediler.


İsviçre'de, alkolizm üzerine yapılan benzer bir araştırmada da, ayrı yumurta ikizlerinden biri alkolikse, diğerinin alkol bağımlılığı olasılığının yüzde 32 olduğu açıklandı. Tek yumurta ikizlerinde ise, bağımlılık riski yüzde 72... Virginia Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde kafein bağımlılığı konusunda yapılan araştırma da benzer sonuçlar verdi. Buna rağmen, 1990 yılında keşfedilen bağımlılık geni DRD2'nin ("heyecan arayışı geni" de deniyor) kişide baskın olarak bulunması, onun eroinman olacağı anlamına gelmiyor. Genetik açıdan bağımlı davranışa yatkın bulunduğu ileri sürülen kişiler, toplumsal ortamları buna uygun olsa bile eroine tutsak düşmeyebiliyor. Sonuç olarak, "bağımlılığa genlerim yol açtı" ifadesi geçerli değil. Ancak, herkesin bağımlılıktan kurtulabileceğini söylemek de yanlış değil. Uyuşturucu madde kullanan kişilerde oluşan olumsuz etkileri yok etmek için, birtakım kimyasal tedaviler var. Ancak, ilaç tedavisinin, psikolojik terapiyle desteklenmesi gerekli.
Bağımlılık

Hayatta kalma savaşındaki dikkate değer çelişkilerden biri, organizmaların, kendi arzuladıkları şeyler tarafından kolayca zarar görebilmeleri. Tıpkı balıkların oltanın ucundaki yemle, farelerinse peynirle avlanmaları gibi. Ancak bu yaratıkların, aldanışları için en azından uygun bir mazeretleri var: Yem ve peynir, hayatta kalmalarını sağlayan besin maddeleri. İnsanlarınsa, çoğu bağımlılıkları için bu türden tesellileri yok denecek kadar az. İnsanların hayatı düşkünlüklerine bağlı olarak altüst olabiliyor. Yaşamını sürdürmek için kimse alkol içmek, kumar oynamak zorunda değil. Bu yüzden, eğlence ya da oyalanma amaçlı yapılan bir şeyin ne zaman kontrolden çıktığını anlamak, yaşamın önemli dönüm noktalarından olsa gerek. Düşkünlüklerin ille de fiziksel maddelerle ilgili olması gerekmiyor. Televizyon, ünü ve her yerde bulunabilirliğiyle, dünyanın en popüler boşa zaman geçirme makinesi olarak karşımıza çıkıyor. Çoğu insan, televizyonla arasında sevmekle nefret etmek arası bir bağ olduğunu itiraf ediyor. Ondan şikayet edenler, şikayetleri bittikten belki de hemen sonra koltuklarına kurulup, uzaktan kumandalarına sarılıveriyorlar. Anne babalar, çocuklarının televizyon seyretmeleri konusunda endişelerini dile getiriyorlar. Ama aslında bu endişe, kendilerinin çok fazla televizyon seyretmesinden kaynaklanmıyor mu? Dost sohbetlerinde, aile toplantılarında, söyleyeceğimiz şeyler tükendiğinde...

Çoğumuz onunla olabilmek için bir kitap okumadan, ailemizle, arkadaşlarımızla konuşmadan, bir yakınımızın sesini duymadan, çocuğumuzla bir oyun oynamadan, gönlümüzce bir gezintiye çıkmadan, çocuklarımız için kurabiye pişirmeden geçiriyoruz günlerimizi. Endüstriyel dünyada bireyler günde ortalama üç saatlerini plansız olarak televizyon seyretmeye ayırıyorlar. Bu saatler, bir gün içinde çalışma ve uyuma dışında tek bir faaliyet için ayrılan en büyük zaman dilimini oluşturuyor. Düşünün, 75 yaşına geldiğinizde, her gün yalnızca üç saat televizyon seyrettiyseniz, yaklaşık 9 yılınızı televizyon karşısında geçirmiş oluyorsunuz. Rakam gerçekten çok çarpıcı. Bazı yorumculara göre bu bağlılık basitçe şu anlama geliyor: İnsanlar televizyon seyretmekten hoşlanıyor ve onu seyretmek için bilinçli bir karar alıyorlar. Eğer herşey bundan ibaretse, o halde neden bu kadar çok insan, fazla televizyon seyrettiği endişesine kapılıyor? Neden 5 yetişkinden 2'si, 10 gençten 7'si televizyon karşısında çok fazla zaman geçirdiğini düşünüyor? Neden yetişkinlerin yaklaşık % 10'u kendini TV bağımlısı olarak tanımlıyor? Televizyon seyreden insanların davranışlarını ve duygularını günlük yaşam sırasında takip etmek için yapılan bir çalışmada, katılımcılara üzerlerinde taşımaları için birer cihaz verilmiş. Katılımcılara, günde 6-8 kez gelişigüzel olarak bu cihaz aracılığıyla sinyal gönderilmiş. Sinyali aldıkları anda katılımcılar ne yaptıklarını ve ne hissettiklerini not etmişler. O anda televizyon seyreden kişilerin kendilerini rahatlamış ve pasif hissettikleri belirlenmiş. Benzer şekilde, EEG çalışmaları da televizyon seyrederken kitap okumaya oranla daha az zihinsel uyarılma olduğunu göstermiş. İlginç olan, televizyon kapatıldığında rahatlama duygusunun sona ermesi, ancak pasiflik ve düşük uyarılma durumunun devam etmesi. Araştırmaya katılanlar, televizyonun bir şekilde enerjilerini çekip aldığını ve kendilerini tükenmiş, bitkin hissettirdiğini yansıtmışlar. Bu kişiler, televizyon seyrettikten sonra, öncesine oranla herhangi birşeye daha zor yoğunlaştıklarını da söylemişler. Ancak bu durumun aksine, kitap okuduktan sonra, çok nadir olarak bu tür problemlerle karşılamışlar. Spor yaptıktan ya da hobilerle uğraştıktan sonra da ruh hallerinde düzelmeler, iyileşmeler kaydetmişler. Ancak bu çalışmada ortaya çıkan bir başka sonuç, çok fazla televizyon seyredenlerin (günde 4 saatten fazla) az televizyon seyredenlerden (günde 2 saatten az) çok daha az zevk aldıkları. Bazıları fazla zevk almamanın yanı sıra, daha üretken, daha yararlı bir iş yapmadıkları için suçluluk ve rahatsızlık da duyuyorlar.

Japonya, İngiltere ve ABD'de yapılan araştırmalar, bu suçluluk duygusunun, gelir düzeyi düşük gruplarda daha fazla oluştuğunu göstermiş. Televizyon karşısında rahatlama duygusu çok çabuk geliştiğinden, insanlar televizyon izlemeyi rahatlamakla, dinlenmekle bir tutmaya şartlanmış durumdalar. Bu ilişki, izleme süresi boyunca kendini gösterdiğinden, zamanla kuvvetleniyor. Televizyon bozulduğunda ya da elektrik kesildiğinde oluşan stres de, bu ilişkiyi destekleyen başka bir etken. Bağımlılık yapan ilaçlar da aynı şekilde çalışıyor. Vücudu hızla terkeden bir uyuşturucunun bağımlılık yaratma olasılığı, vücudu daha yavaş terkedenlere oranla daha az. Çünkü kullanıcı, ilacın etkilerinin yavaş yavaş azaldığının farkına varıyor ve bütünüyle geçmeden yeniden alma çabasına giriyor. Benzer şekilde, bireylerin, televizyon izlemeyi bırakırlarsa kendilerini daha az rahatlamış hissedeceklerini bilmeleri, televizyonu kapatmamalarında önemli bir etken olabiliyor. Böylece izleme, sürekli daha fazla izlemeye neden oluyor.
Madde Bağımlılığı ve Televizyon

Bilimadamları yıllardır televizyonun insanlar üzerindeki etkisi üzerinde çalışıyorlar. Özellikle odaklandıkları noktaysa TV’de seyredilen ya da tanık olunan şiddetin, gerçek yaşamda da şiddet yanlısı olmayla ilişkili olup olmadığı. Ancak bu küçük ekrana olan bağlılığa, hatta kimilerine göre bağımlılığa çok fazla ilgi gösterilmemiş. Televizyonun, bağımlılığa yol açanlar listesinde yer alması için gerekli kriterlere uyması, tüm araştırmacıların bu olguyu kabullenmesi anlamına gelmiyor. Psikologlar ve psikiyatristlerse, madde bağımlılığının aşağıdaki ölçütlere uyması gerektiğini söylüyorlar:

Bir maddeyi kullanarak çok fazla zaman geçirmek,

Niyet ettiğinden çok daha fazla ve sık kullanmak,

Sürekli kullanımı azaltması gerektiğini düşünmek,

Bırakma ya da azaltma konusunda sürekli tekrarlanan başarısız deneyimler,

Madde kullanımının asıl yapılacak işlerin önüne geçmesi,

Kullanmak için önemli sosyal, ailesel ve mesleki faaliyetlerden vazgeçmek ya da bunları bırakmak,

Neden olduğu ciddi sorunlara karşın kullanmaya devam etmek,

Kullanılmadığı zamanlarda huzursuz ve sinirli olmak,

İstenen etkiye ulaşmak için maddenin miktar ve sıklığını artırmaya gerek duymak,

Bu maddenin kullanımı bırakıldığında, uyuşturucudan kesilince oluşan belirtilerle aynı belirtilerin oluşması.

Tüm bu ölçütler çok fazla televizyon seyreden insanlara da uyuyor. Bu tabii ki televizyon seyretmenin ille de problem doğuracağı anlamına gelmiyor. Televizyon eğlendirici olduğu gibi öğretici de olabilir ve oyalanma, kaçış, dikkat dağıtma gibi gereksinimlerimizi karşılayabilir. Sorun, insanların bu kadar fazla TV seyretmemeleri gerektiğini düşünmeye başladıklarında ve ne yazık ki kendilerini bu durumu azaltmak için bir şeyler yapamadıklarını farkettiklerinde kendini gösteriyor. Bazı araştırmacılara göreyse televizyon ve uyuşturucu arasındaki en inandırıcı paralellik, televizyon bağımlısı denilen insanların, televizyon seyretmeyi azalttıklarında ya da bıraktıklarında, uyuşturucudan kesilince oluşan belirtileri yaşamaları.

Niçin Bağlanıyoruz?

Televizyonun cazibesi, kısmen bizim kendi biyolojik tepki mekanizmamızdan kaynaklanıyor. Ani ya da yeni uyarıcılara karşı içgüdüsel olarak verdiğimiz tepkiler olan yönelme tepkisi ya da refleksi, bu noktada özellikle etkili. Aynı sahne içinde kamera açısının değişimi, bir sahneden diğerine geçiş, uzaktan çekim ya da yakına odaklanma, ani ses artışı gibi, televizyonda kullanılan basit biçimsel özelliklerin, bu tepkiyi harekete geçirip geçirmediği üzerinde çalışmalar yapılmış. Beyin dalgalarının bu biçimsel özelliklerden nasıl etkilendiğini izleyen araştırmacılar, televizyonun aslında bu hileler sayesinde cazip hale geldiği, içeriğinin çok önemli olmadığı sonucuna varmışlar. Bu durumda, yönelme refleksi, "eğer televizyon açıksa, gözlerimi ondan ayıramıyorum", "daha az televizyon seyretmek istiyorum ama başaramıyorum", "televizyon seyrederken kendimi hipnotize olmuş gibi hissediyorum" türünden açıklamaları kısmen cevaplayabiliyor. Özellikle reklamlarda ve müzik kliplerinde bu biçimsel özellikler dakikada bir gibi bir sıklıkla verilerek, yönelme refleksi sürekli olarak aktif tutuluyor. Birbiriyle bağlantısı olmayan sahnelerin hızla değiştirilmesiyle, bir bilgi taşıyıp iletmekten çok, dikkat çekmek amaçlanıyor.

Reklamın ayrıntıları hafızada uçucu oluyor ama insanlar ürünün ya da albümün ismini hatırlayabiliyor. Yönelme tepkisinin çok fazla çalıştığı bu gibi durumlarda izleyici ekrana bakmaya devam etse de, kendisini bitkin ve yorgun hissediyor. Özellikle hareketin çok fazla olduğu bilgisayar oyunlarında bu şikayetler artıyor ve baş dönmesi, mide bulantısı gibi ilaveler de oluyor. Buna güzel bir örnek, 1997 yılında Japon televizyonunda yayınlanan bir Pokemon video oyunundaki parlak ışıkları seyretmekten kaynaklanan, ışığa duyarlı epilepsi şikayetiyle, 700 kadar çocuğun hastanelere kaldırılması. Araştırmacılar, biçimsel özelliklerin insanların gördüklerine ilişkin belleklerini etkileyip etkilemediğini de araştırmışlar. Çalışmalardan birinde katılımcılara bir program seyrettirilmiş. Aynı sahnede, bir kamera açısından diğerine geçiş sıklığının artırılması, tanıma oranını artırmış. Çünkü bu geçişler, ilginin ekran üzerinde yoğunlaşmasını sağlamış. Yeni bir sahneye geçiş sıklığını artırmak da belli bir düzeye kadar benzer bir etki yaratmış. Ancak bu geçişlerin sıklığı iki dakika içinde 10'u geçerse tanıma oranı ani bir düşüş göstermiş.

Televizyon Bağımlılığından Kurtulmak

Eve gelir gelmez yaptığınız ilk iş televizyonu açmaksa, yemeklerinizi sürekli televizyon karşısında yiyorsanız, bir televizyon programını kaçırmamak için arkadaşlarınızla ya da ailenizle buluşmayı reddediyorsanız, TV rehberlerine bakmadan pek çok dizi ya da programın kanalını ve başlama saatini söyleyebiliyorsanız, televizyon seyrederken yüksek sesle konuşan ya da size bir şeyler anlatmaya çalışan insanlara sinir oluyorsanız, ya da bir yıl boyunca televizyonsuz kalmanız için birilerinin size milyarlar vermesi gerektiğini düşünüyorsanız, adına ister bağlılık deyin ister bağımlılık, bu parlayan kutucuk sizi ağına düşürmüş demektir. Uzmanların bu durumda olanları kurtarmak için bir dizi önerileri var elbette:

Diğer alışkanlıklarda olduğu gibi, bu işle ne kadar zaman tükettiğinizi, size getirdiklerini ve götürdüklerini yazacağınız bir günlük tutmaya başlayın. Aynı zamanda seyrettiğiniz bütün programları da yazacağınız bir günlük olmalı bu. Ailece yapabileceğiniz alternatif etkinlikler listesi oluşturun ve bunu buzdolabı gibi herkesin görebileceği bir yere yapıştırın. Aile bireyleri o liste içerisinde kendine uygun bir şeyler bulacaktır mutlaka.

Seyirciler genellikle bir programın, bir filmin iyi olup olmadığını bir iki dakikada anlar. Fakat televizyonu kapatmak yerine televizyonun karşısında otururlar. Elbette daha sonra neler olacağını merak ettiğiniz için seyretmeye devam etmeniz normaldir. Ama televizyon kapatıldığında ve bireyler dikkatlerini başka şeylere yönelttiklerinde artık programı umursamayabilirler. Bu yüzden beğenmediğiniz bir şeyi seyretmemek için iradenizi kullanmayı öğrenin. Haftada bir günü televizyonsuz gün ilan edin. Gün sayısını artırdıkça tüm ailenizin TV'ye ne kadar endekslenmiş bir yaşamı olduğunu anlayacaksınız. TV gürültüsünü arka planda çalan fon sesi olmaktan çıkarın. Eğer birtakım işler yaparken bir şeyler dinlemekten hoşlanıyorsanız radyo ya da kaset çalar daha uygun olacaktır.

Ve çocuklarınız için: Ne kadar meşgul olursanız olun, televizyonu asla bebeğinizi oyalama amaçlı kullanmayın. Beyinleri gelişme devresinde olan çocuklarınızın saatlerce televizyon karşısına oturmalarını engelleyin. Çocuğunuzun ne seyredeceğine siz karar verin. Seçtiğiniz program biter bitmez çocuğunuzun ekran karşısına yapışıp kalmaması için televizyonu kapatın. Çocukların beyinleri, beynin yaptığı alıştırmanın tipine göre, bölgelerin içinde ve arasında bağlar geliştirir. Beynin gelişimi üzerine araştırmalar yapan bilim adamlarına göre aşırı televizyon izlemek bu bağların gelişimini olumsuz yönde etkiliyor. Analitik düşünme, okuma ve dil gelişimi için önemli olan sol yarımküre sistemlerinin uyarılmasını azaltabiliyor. Aşırı derecede TV izlemenin, yüksek düzeyde kavrama becerisi için gerekli olan okuma becerisi üzerine, son derece kuvvetli olumsuz etkileri olduğu da kabul ediliyor. Çalışmalar, televizyon izleme zamanıyla dil gelişimi testlerindeki performans arasında doğrudan bir ilişki olduğunu gösteriyor. Ve ne yazık ki gelişmeden ya da az gelişmiş bir şekilde bırakılan dil becerisi, kişinin öğrenme yeteneğini tümüyle etkiliyor. Amerikan Çocuk Sağlığı Uzmanları Derneği tüm bu nedenlerden ötürü, televizyon ve bilgisayarların, çocukların odasından alınmasını ve çocuklara iki yaşına kadar televizyon seyrettirilmemesini öneriyor.

Başka bir açıdan bağımlılık

Psikanalizin kullandığı bazı kavramlar, içebakışla gözlem ya da empatik içebakışla oluşturulmuş soyutlamalar olmayıp, diğer gözlem yöntemleriyle elde edilmiş verilerden türetilmişlerdir. Psikanalitik gözleme dayalı kuramsal soyutlamalarla mukayese edilmeleri gerekse de, bu kavramlar diğerleriyle aynı değildir. Örneğin, genel olarak çocukluk cinselliğinin ve özel olarak da Oedipus kompleksinin öneminin, insan yavrusunun uzun süreli ve biyolojik olarak zorunlu bağımlılığına bağlı veya bu bağımlılığın bir parçası olduğu hipotezini ele alalım. Bu psikanalitik bir hipotez midir? Cevap genel anlamda hiç kuşkusuz olumlu, çünkü söz konusu hipotez, fallik, anal ve oral-erotik deneyimin içebakış yoluyla keşfinden ve aktarımdaki oedipal tutkuların açığa çıkarılmasından evvel formüle edilemezdi bile. Yine de daha keskin bir bakış, bu hipotezde kullanılan kavramların tamamının, değişiklikler yapılmaksızın, içebakışçı ya da empatik gözlemlerden çıkmış gibi kabul edilemeyeceğini gösterecektir. Dürtüler ve cinsellik konusu daha sonra ele alınacak, bağımlılık kavramı ise tam bu noktada incelenecek. Bağımlılık kavramı, her zaman değilse de çoğu zaman kafa karışıklığı yaratacak biçimde birbirine bağlı iki ayrı anlamı ifade etmek için kullanılabilir.

İlk anlamı, iki organizma (biyoloji) ya da iki sosyal birim (sosyoloji) arasındaki ilişkiyi ifade eder. Biyoloji ile ilgili gözlemci, çeşitli memeli yeni doğanların (hayatta kalmak için) aynı türün annelik bakımı veren yetişkinlerinden aldıkları bakıma bağımlı olduklarını doğrulayacaktır. Yetişkin insanlar arasındaki ilişkiler için de bağımlılıkla ilgili benzer yargılara varılabilir. Karmaşık ve son derece uzmanlaşmış uygarlığımızda, toplumun her bir üyesi, yalnızca belirli birkaç beceri geliştirir ve böylece hem bildiği kadarıyla varlığı, hem de muhtemelen biyolojik olarak hayatta kalmak için, toplumun tamamına (diğerlerinin becerilerinin tümüne) bağımlıdır. Bağımlılık teriminin biyolojik ve sosyolojik anlamları bir yana, aynı adı taşıyan ve psikodinamik formülasyonlarımızda büyük ölçüde kullandığımız psikolojik bir kavramla karşı karşıyayız. Bazı hastaların bağımlılık problemleri olduğunu ya da bunu psikanaliz sırasında geliştirdiklerini söylüyoruz. Veya oral-bağımlı kişiliklerden söz ediyor ve oral-bağımlılıklarının, analistle ilişkiyi devam ettirme arzularına tartışmasız biçimde katkıda bulunduğu sonucuna varıyoruz. Bizler burada psikanalitik bağımlılık kavramı ile uğraştığımız için, bu kavramı hastaların psikanalitik gözlemlenmesinden çıkardığımız ve bu kavramın analizanın zihinsel durumu ile ilgili bazı genellemeler ve soyutlamalar oluşturduğu kabul edilmeli. Mesela hastanın bağımlılıkla ilgili bir çatışma yaşadığını söylediğimizde veya bunları bastırıyor olduğu gibi yapısal bir formülasyonda, gerçekten de genellikle yaptığımız açıkça budur. Bu türden bir formülasyona itiraz edilemez görünür, çünkü biz sadece denenip kanıtlanmış olan bastırma kavramını kullanıyor gibiyizdir. Ancak buna ek olarak, deminki formülasyonun doğruluğunu incelemeden önce tek başına ele almak durumunda olduğumuz, üstü kapalı bir varsayımda bulunmuş olduk. Psikanalitik bir kavram olarak regresyon, daha önceki bir psikolojik duruma geri dönüşü ifade eder.

Bu nedenle problemimiz, bebeğin (biyolojik ve sosyolojik anlamda) annesine bağımlı oluşu gibi doğruluğundan şüphe edilemeyecek bir gerçekle değil, bebeğin zihinsel durumunun yaklaşık olarak yetişkin bir analizanda ortaya çıkardığımız bastırılmış bağımlılık yönelişlerine tekabül edip etmediğine dair kafa karıştırıcı soruyla ilgilidir. Bu türden gayretlerin güvenilmezliğini göstermek için karşıt hipotez üzerine kafa yorabilir ve meme emen sağlıklı bebeğin olgunlaşmamış kendilik-farkındalığını, kendisi için en önemli etkinliğe tamamen dalmış olan bir yetişkinin, örneğin yüz metre koşusunun son metrelerindeki bir atletin, kadansın zirvelerinde bir virtüözün, ya da cinsel birleşmenin doruk noktasında bir aşığın duygusal durumu ile karşılaştırmamız gerektiğini öne sürebiliriz. Yetişkindeki bağımlılık durumlarının analizle daha fazla indirgenemeyecek olan en eski psikolojik gestalta geri dönüş olduğu varsayımı, böylelikle sağlıklı çocuklardan empatik anlayışımızla öğrendiklerimizle karşıtlık halindedir. Elbette ne gözlemlemesi gerektiği konusundaki beklentilerini yönlendirebilmek için biyolojik bulgu ya da ilkelerden ipucu almak, bir psikolog için faydalı olabilir. Yine de nihai sınama, psikolojik gözlemin bizzat kendisidir ve belirli bir zihinsel durumun yorumlanmasını biyolojik ilkelere dayanarak tahmin etmek, hele de psikolojik bulgularımızla çelişiyorsa, hatalıdır. Bu yüzden, bazı yetişkin hastalarda karşılaştığımız ürkek ve ısrarlı yapışma, tutunma ve bırakma karşısında direnç, psikolojik gelişimin normal bir evresinin tekrarı, yani makul ölçüde normal ebeveynlerin makul ölçüde normal çocuklarının zihinsel durumuna doğru bir gerileme değildir. Şayet çocukluk durumuna gerileme iseler, yetişkinlerdeki yapışkan bağımlılık tepkileri, gelişimin normal oral evresine değil, genellikle çocukluğun daha sonraki evrelerindeki çocukluk patolojisine geri dönüşü ifade ederler. Örneğin bunlar, belirli reddedilme deneyimlerine, yani öfke ve misilleme korkusunun karışımına yönelik tepkilerdir. Veya, yansıtılmış narsissistik fantezilerin tümgüçlü ve iyi huylu taşıyıcısı haline gelmiş olan terapiste yapışma suretiyle hastayı (mesela gizli yapısal çatışma ile bağlantılı suçluluk ve kaygının ortaya çıkmasına karşı) korurlar.

O halde psikolojik bağımlılığı neredeyse yalnızca oraliteye atfetme eğilimine de itiraz etmeliyiz. Hiç şüphesiz bazı durumlarda böyle bir bağlantı söz konusudur. Yine de biyolojik beklentiler tarafından kösteklenmeyen empatik gözlem, pek çok dürtünün, özellikle de neredeyse doyurulmamış bir halde tutulurlarsa (yarım kalmış psikanalitik perhiz – ne zaman tamamlanır ki?), terapiste yönelik bir Hörigkeit (yani kölelik) durumunun yaratılmasını sağlayabileceğini onaylamaya açık olacaktır. Bu nedenle de bu, söz konusu psikolojik durumu niteleyen özel bir dürtüye bağlı bir durum değil, ısrarcı bir yapışmadır.Belki de bu durumlardan bazılarının açıklanmasında hatırlanacak en genel psikolojik ilke değişime dirençtir (“libidonun yapışkanlığı”), fakat muhtemelen bu en genel açıklamaya, ancak diğer olasılıklar elendikten sonra, ya da özel bir vakada bu etkene dair doğrudan psikolojik delil olduğunda dönülmelidir. Otuz beş yaşında bir adamın geçenlerde bana anlattığı olay, belki bu terimlerle açıklanabilir. Bir toplama kampından sağ kalan otuz kişiden biriydi ve onun tutuklu kaldığı dönem boyunca o kampta yüz bin insan öldürülmüştü. Rusların ilerleyişi tehlikeli hale gelince, Nazi muhafızlar kampı terk etmişti ve otuz mahkûm serbest kalmıştı. Fiziksel durumları fena olmamasına rağmen, hemen hemen dört upuzun gün süresince kampı terk etmeye gönülleri razı olmamıştı. Yetersiz psikolojik yapıdaki analizanlarda bağımlılık olgusu, daha da farklı addedilmelidir. Örneğin kimi bağımlılar kendilerini yatıştırma ya da uykuya dalma yetisini edinmemişlerdir; önceki yatıştırılma ya da uyutulma deneyimlerini ruhiçi bir yeteneğe (yapıya) dönüştürememişlerdir.

Dolayısıyla bu bağımlılar, nesne ilişkilerinin ikâmesi olarak değil, psikolojik bir yapının ikâmesi olarak ilaçlara bel bağlamak durumunda kalırlar. Eğer psikoterapideyseler, bu tür hastaların psikoterapiste ya da psikoterapötik sürece bağımlı hale geldikleri söylenebilir. Ne var ki onların bağımlılıkları aktarımla karıştırılmamalıdır: Terapist, varolan psikolojik yapının yansıtıldığı ekran değil, bu yapının psikolojik ikâmesidir. Bu psikolojik yapıya ihtiyaç duyduğu için, hasta artık bu desteğe, terapistin sakinleştirmesine ihtiyaç duyar. Bağımlılığı analiz edilemez ya da içgörü ile azaltılamaz; farkına varılmalı ve kabul edilmelidir. Gerçekten de klinik deneyimle sabittir ki, böyle durumlardaki en önemli psikanalitik vazife, gerçek ihtiyacı inkârın analizidir; hasta önce sosyal yalnızlığı sayesinde muhafaza edebildiği bir dizi bilinçdışı büyüklenmeci fanteziyi, kendisi için acı verici olan bağımlı olduğu gerçeği ile değiştirmeyi öğrenmelidir.
Cevapla