depresif sfliye film önerisi

Cevapla
Kullanıcı avatarı
Doohan
Mesajlar: 251
Kayıt: 03 Kas 2013, 00:25
Konum: İstanbul

Re: depresif sfliye film önerisi

Mesaj gönderen Doohan »

bunun altına ya da üstüne bir de "Yeraltından notlar"ı da okuyun cila niyetine.
rüzgar gülü
Mesajlar: 56
Kayıt: 14 Mar 2012, 14:08
Konum: Ankara

Re: depresif sfliye film önerisi

Mesaj gönderen rüzgar gülü »

Ne anlatiyor film. Depresyon ve sf ile ilgisi nedir?
yeniçocuk

Re: depresif sfliye film önerisi

Mesaj gönderen yeniçocuk »

depresif bir adamı anlatıyor... sf ile ilgisi ise sadece asosyallikle ve kendinden/başkalarından nefret etmekle alakalı... yani adam böyle ama sfli değil (gibi)...
SatasmaBana
Mesajlar: 726
Kayıt: 18 Haz 2011, 15:08

Re: depresif sfliye film önerisi

Mesaj gönderen SatasmaBana »

Doohan yazdı:bunun altına ya da üstüne bir de "Yeraltından notlar"ı da okuyun cila niyetine.
Kitabı sevdim,"Aynı ben" dediğim parçaları vardı.

Okuyamayanlar,zamânım yok diyenler için buraya bir özet geçerim,hadi yine iyisiniz : D
bulantı
SatasmaBana
Mesajlar: 726
Kayıt: 18 Haz 2011, 15:08

Re: depresif sfliye film önerisi

Mesaj gönderen SatasmaBana »

SatasmaBana yazdı:
Doohan yazdı:bunun altına ya da üstüne bir de "Yeraltından notlar"ı da okuyun cila niyetine.
Kitabı sevdim,"Aynı ben" dediğim parçaları vardı.

Okuyamayanlar,zamânım yok diyenler için buraya bir özet geçerim,hadi yine iyisiniz : D
Çok mu işsizim lan ben? Kimsenin zamânı yok benim var?
bulantı
realistl
Mesajlar: 14
Kayıt: 05 Eki 2012, 16:53

Re: depresif sfliye film önerisi

Mesaj gönderen realistl »

Bu konudan sonra dün filmi izledim. SF'liler eminim bu filmi herhangi birinden daha iyi anlayacaktır. Ana karakter sfli sayılmaz ama ortak bazı noktalarımız var gibi duruyor.
yeniçocuk

Re: depresif sfliye film önerisi

Mesaj gönderen yeniçocuk »

aynen öyle... herkese tavsiye ederim... 1 buçuk saatlik film...
Kullanıcı avatarı
Doohan
Mesajlar: 251
Kayıt: 03 Kas 2013, 00:25
Konum: İstanbul

Re: depresif sfliye film önerisi

Mesaj gönderen Doohan »

bir şekilde toplumun dışında kalan her insan bu kafaya sahip oluyor sanırım. yani o noktaya gelindiğinde insanın gördüklerini kendine itiraf etmemesi için herhangi bir sebep kalmıyor.
SatasmaBana
Mesajlar: 726
Kayıt: 18 Haz 2011, 15:08

Re: depresif sfliye film önerisi

Mesaj gönderen SatasmaBana »

Baktım da çok uzun olmuş.Beğendiğim cümleleri aldım.Kitap 80 sayfa kendiniz okusanız da aynı kapıya çıkıyor nerdeyse : D


Dünya kurulalı beri insanların yalnızca kişisel çıkarlarına göre
davrandıkları görülmüş müdür? İnsanların bile bile, yani gerçek
çıkarlarını iyice anladıkları halde, bunları ikinci plana itip kimsenin
zorlamadığı başka yollara, bir sürü karışık, tehlikeli işlere
atıldıklarını gösteren milyonlarca örneğe ne demeli? Evet,
insanlar kendilerine gösterilen yolun tam tersine, canlarının
istediği yöne yürümüşler; akıl almaz, çetin, neredeyse
karanlık yollarda yürümek için direnmişlerdir. Dik kafalılık,
direnmek onlara çıkarlarından daha tatlı geliyor, anlaşılan...

Çıkar! Nedir bu çıkar denen şey! İnsanoğlunun çıkarının nerede
olduğunu kesinlikle belirtebilir misiniz?
Biri tutar, çıkarını, kendisi için iyilik değil de kötülük istemekte
görürse, hatta böyle yapmak zorunda kalırsa, buna ne demeli?

Eskiden çalışırdım, şimdi görevi bıraktım. Ters
bir memurdum. Kabaydım, kabalığımdan zevk alırdım. Rüşvet
yemediğime göre, demek oluyor ki kendimde, kaba olma hakkını
görüyor, bununla kendimi ödüllendiriyordum.

Masama gelenlerin işini, dişlerimi gıcırdata gıcırdata yapar,
birinin kırıldığını görsem, bundan büyük bir zevk alırdım.
Hemen hemen her zaman da gücenen biri çıkardı. Çoğunlukla
korkak kimseler olurlardı. Ricacı milleti değil mi?..

Benim asıl kızdığım şey, en sinirli anlarımda
bile içimde bir öfke ya da hıncın bulunmaması, bütün
cartcurtları yalnızca gönlümü hoş tutmak için yapmamdı.
Öfkeden ağzım köpürmüşken biri biraz gönlümü alsa ya da önüme
bir bardak çay sürse hemen yelkenleri suya indirirdim. Bununla
da kalmaz, ona karşı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime
kızar, utancımdan birkaç ay uykularımdan olurdum. Yaratılışım
böyleydi işte.

Yukarıda ters bir memur olduğumu söyledim ya, yalan! Hırsımdan
öyle söyledim. Đş sahiplerine de, subaya da caka satardım;
gerçekte hiçbir zaman ters biri olamamışımdır. Her an içime
bunun tam karşıtı bir sürü duygunun dolduğunu hissederdim. Bu
duygular içimde kıpır kıpır eder dururlardı. Bunların yaşamım
boyunca böyle kaynaştıklarını, dışarı taşmak için fırsat
kolladıklarını bilirdim, ama bırakmazdım, bile bile
bırakmazdım.

İşte benim kırk yıllık yaşamımda vardığım
sonuç! Kırk yaşındayım artık; şaka değil, kırk yıllık koca bir
ömür, yaşlılığın ta kendisi! Kırkından fazla yaşamak ayıptır,
aşağılıktır, ahlaksızlıktır. Kim yaşar kırkından fazla? Haydi,
bana açıkça, elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin! İsterseniz
size ben açıklayayım: Aptallar, namussuzlar yaşarlar kırkından
sonra. Bütün ihtiyarların, o ak saçlı, güzel kokular sürünmüş
saygıdeğer ihtiyarların yüzüne karşı söylerim bunu! Hatta
çıkar, sokaklarda haykırırım! Buna hakkım var, çünkü kendim de
altmış yaşına kadar yaşayacağım! Üstelik yetmişimi, seksenimi
bulacağım! Öf! İzin verin, biraz soluk alayım!.

Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak
bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.
Normal bir insanın anlayış gücü, -başka bir söyleyişle-
yeryüzünün en soyut, en işini bilen kenti olan Petersburg'ta
(öyle ya, kentlerin işini bilenleri de var, bilmeyenleri de.)
yaşamak gibi katmerli bir talihsizliğe uğramış 19. yüzyıl
aydınının payına düşen anlayışın yarısı, dörtte biri, hatta
daha azı günlük yaşantımız için yeter de artar bile.
Hani
nasıl derler, içinden geldiği gibi hareket edenlerin, elinden
iş gelenlerin anlayışıyla yetinmelidir insanoğlu.


Bazen, hem de terslik bu yana,
eskilerin deyimiyle "bütün güzel, yüce şeyler"in inceliğini
kavramaya hazır olduğum zamanlar, evet, tam bu sırada, o
güzellikleri anlayacak yerde, neden belki de herkesin
yapabileceği biçimsiz hareketleri, hem de sanki özellikle
yapıyormuş gibi, tam yapılmaması gerektiğini anladığım bir
zamanda yapıyorum? Niçin iyilik üstüne, güzel, yüce şeyler
üstüne anlayışım derinleştikçe, batağa daha çok saplanıyorum,
neredeyse boğulmama ramak kalıyor?
Beni asıl şaşırtan şey, bu
durumun bende rastgele değil de sanki öyle gerektiği için
olmasıydı. Durumum bir hastalık ya da aksaklık değil, benim
her zamanki davranışımdı sanki; sonunda buna karşı koyma
isteğim bile kalmadı. Bunun belki de benim doğal durumum
olduğuna neredeyse inanacaktım, gerçekte inanmış da
olabilirim. Başlangıçta bu karşı koymanın beni ne kadar
üzdüğünü bir bilseniz! Başkalarının da aynı durumla
karşılaştığına inanmadığım için bunu bir giz olarak sakladım
yaşamım boyunca. Yaptıklarımdan utanırdım, (Şimdi bile
utanıyorum belki de.) utanmam bazen o kerteye varırdı ki, o
iğrenç Petersburg geceleri köşeciğime çekilmekten gizli,
aşağılık, anormal bir sevinç duyar; o gün yine bir kepazelik
yaptığımı, hatamı bir daha onaramayacağımı anlayarak kendimi
için için yer dururdum. Kendimi suçlarken acılarım alçakçasına
zayıflamaya başlar, sonra da hazza dönüşürdü. Evet, yanlış
anlamadınız, bildiğiniz şu haz! Başkalarının da aynı hazzı
duyup duymadıklarını öğrenmek için bu konuyu açtım.

Durumunuzun umarsızlığını, başka bir adam olamayacağınızı,
değişmek için zamanınız, inancınız bulunsa bile değişmeyi
kendinizin de istemeyeceğini anlamanın tadına doyum olur mu?
Hem değişmek isteseniz ne olurdunuz ki, belki sizin için
aslında başka yol yoktu! En önemlisi de bütün bunların, derin
anlayışın doğal ve temel yasaları sonucu, bu yasalara bağlı
olarak kendiliklerinden ortaya çıkmasıdır. O nedenle değişmek
şöyle dursun, bu durumda yapılacak bir şey yoktur.

Sözgelimii, çok onuruna düşkün bir adamım ben. Bir kambur, bir
cüce kadar da kuruntulu, alınganım; ama ne yalan söyleyeyim,
birisinin kalkıp beni tokatlamasından kıvanç duyacağım çok
zamanlar olmuştur.

En önemlisi de kendimi her davranışımda suçlu
bulmamdır, daha kötüsü, değişmez yasaların bir sonucuymuş gibi
suçsuzken bile kendimde bir suç aramamdır. Bunun birinci
nedeni, çevremdekilerden daha akıllı olmamdır herhalde. (Her
zaman kendimi çevremdekilerden akıllı bulur, hatta
inanmazsınız, bundan dolayı utanırdım. En azından kimsenin
yüzüne açıkça bakamaz, bakışlarımı kaçırırdım.) Suçlu olmamın
ikinci nedeni ise, gönlü yüce (alicenap) bir insan da olsam,
bunun yararsızlığını görerek üzüleceğimi anlamamdır. Herhalde
gönlü yüceliğimi hiçbir yerde kullanamazdım.

İşte ben içi dışı bir
insanı, onu özene bezene yaratan, sevecen doğa ananın görmek
istediği gibi, gerçek normal insan sayarım. Böyle bir adamı
kıskanmaktan kendimi yer bitiririm. Aptal olmaya aptaldır,
böyle değildir diye sizinle tartışmayacağım, ama ne
bileceksiniz, belki de normal adamın aptal olması
kaçınılmazdır. Belki de böyle olmasının ayrı bir güzelliği
vardır. Bu düşüncemin doğruluğuna inanmam için başka bir neden
de, normal insanın karşıtının, yani herhalde doğanın
kucağından değil de imbikten geçirilmiş, derin anlayışlı
adamın (Bunda da gizemli bir hava var, ama pek emin değilim.)
normal insan karşısında bazen birden duralaması, bütün
üstünlüğüne karşın kendisini seve seve sıçan gibi görmesidir.

Zavallı sıçan, ilk gücenikliğinin yanına sorular, kuşkular
biçiminde bir sürü yeni aşağılanmalar, gücenmeler katmıştır;
bir sorunun karşısına yanıtsız kalan daha nice sorular
koymuştur; sonunda bir de bakmıştır ki, kuşkulardan, yersiz
heyecanlardan ve en sonunda onunla insafsızca alay etmeyi iş
sayan müdür, yargıç kılığındaki içi dışı bir, işini bilen
adamların tükürüklerinden oluşan pis bir çamur, bulanık,
kokuşmuş bir karışım kuşatmıştır dört bir yanını. Bu durum
karşısında sıçanın tutacağı tek yol, her şeye boş vererek,
kendisinin bile inanmadığı, küçümseyen, yapmacık bir
gülümsemeyle utana sıkıla delikçiğine sıvışmaktır. Orada leş
gibi kokan iğrenç yeraltında, alaya alınarak güçlendirilmiş
sıçancık yavaş yavaş kine; soğuk, zehirli, özenle sonu gelmez
bir kine boğulur. Kinini kırk yıl en ince, en utanç verici
ayrıntılarına dek anımsayacak; her anımsayışta kendinden daha
bir yüz kızartıcı şeyler ekleyerek, bu uydurmalarıyla kendini
yiyip bitirecektir. Bir yandan kuruntularından utanır; bir
yandan da olanları anımsamaktan, yeni baştan kurcalamaktan,
"olabilirdi" düşüncesiyle başka başka uydurmalar eklemekten
kendini alamaz. Bağışlamak nedir bilmez. Belki öç almaya bile
kalkışır, ama beceriksizce, miskin miskin, uzaktan uzağa,
sinsice, ne öç almak hakkına, ne de başarısına inanmadan yapar
bunu; öbür yandan öç almak istediği kimseden yüz kat fazla
üzüleceğini, ötekinin kılının bile kıpırdamayacağını ta başta
bilir. Ölüm döşeğinde bunları bir kez daha, bunca zaman
birikmiş faizleriyle birlikte anımsayacak ve...

Gülüyorsunuz öyle
mi? Buna çok memnun oldum. Biliyorum, şakalarım oldukça bayat,
kaba, çetrefilli; kendime güvensizliğimi gösterir. Kendime
saygı göstermediğim içindir herhalde. Her şeyi anlayan bir
adam kendine nasıl saygı duyar?

Öteden beri,
"Beni bağışla babacığım, bir daha yapmam" demekten nefret
etmişimdir. Böyle söylemeyi beceremediğim için değil; tam
tersine, kolaylıkla, hem de çok rahat söyleyebildiğim için
nefret etmişimdir bu sözden.

Zerrece suçum olmadığı halde,
birtakım düşler kurarak kendimi suçlu bulduğum olmuştur çoğu
kez. Bu da hepsinden kötüydü ya. O zaman yine duygulanır,
pişmanlık duyar, gözyaşı döker, böylece kendi kendimi
kandırırdım. Numara yaptığım falan yoktu, salt yüreğim
dayanmadığı için bu haltı karıştırırdım... Gerçi doğa yasaları
her zaman ve herkesten daha çok gücendirmiştir beni, ama bu
durumda doğa yasalarını bile suçlayamazdım. Şimdi bunları
anımsamak iğrenç bir şey, o zaman da öyle hissederdim. Bir
dakika bile geçmezdi ki, bütün kinimle, o duygulanmaların,
pişmanlıkların, değişme antlarının yalan, hem de kuyruklu
birer yalan olduğun anlamaya başlardım. Kendimi zorla neden bu
sıkıntılara soktuğumu sorarsanız, yanıt vereyim: Boş durmaktan
yıldığım, canım sıkıldığı için başıma böyle maskaralıklar
çıkarırdım. Gerçekten öyle. Kendi kendinizi şöyle bir
yoklayın, sevgili okurlarım, bunun doğru olduğunu
anlayacaksınız. Yaşadığımı anlamak için kendi kendime
serüvenler uydurur, yaşama oyunu oynardım. Kaç kez, hiç
yüzünden, bile bile gücenmeyi denemişimdir, gücenecek bir
şeyim olmadığını, kendimi kandırdığımı bildiğim halde işi o
kerteye getirirdim ki, sonunda gerçekten gücenirdim. Kendime
egemen olamayacak kadar hoşlanmaya başlamıştım bu oyundan. Đki
kez de âşık olmayı denedim. İnanır mısınız, beyler, o yüzden
bir sürü de acı çektim. Yüreğimin bir köşesinde, acı çektiğime
inanamayıp kendimle alay ederken, bir yandan da gerçek bir
acıyla kıvranır, kıskançlıktan kudururdum...

Değerli okurlar, bütün bunlar bezginlikten, bir iş yapmamanın
beni boğacak hale gelmesindendir. Her şeyi anlamanın en yakın,
en normal sonucu tembellikten, yani bile bile eli böğründe
durmaktan başka nedir?

Đçlerinden geldiği gibi
davranan insanlar, işadamları, dar kafalı oldukları için,
kafaları çalışmadığı için iş becerirler. Bunu size şöyle
açıklayacağım: Bu tür insanlar dar görüşlü olmalarından ötürü,
önlerine çıkan ilk sebepleri ikinci dereceden de olsa ana
sebep sanırlar. Davranışlarına sağlam bir dayanak bulduklarına
herkesten çabuk ve kolay inandıklarından dolayı da içleri
rahattır. En önemlisi de bu değil mi zaten? Herhangi bir işe
girişmeden önce, bütün kuşkulardan arınarak huzur içinde
olmalıdır insan.

Baylar, kendimi herkesten akıllı saymamın tek nedeni, bitirmek
şöyle dursun, yaşamım boyunca hiçbir şeye başlamamış olmamdır.

Keşke boş duruşum aylaklığımın yüzünden olsaydı. Tanrım, o
zaman kendime ne büyük bir saygı duyardım! Hiç olmazsa
tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye
kendime en büyük saygıyı beslerdim. Birisi benim için "Kim bu
adam?" diye sorunca, "Tembelin biri!" karşılığını verirlerdi.
Böyle bir söz duymayı çok isterdim. Benim de belirli bir
niteliğim, hakkımda söylenecek bir söz olacaktı. Ne demek
efendim "Tembelin biri!" Şaka değil, bu bir unvandır, bir
mevkidir, kusursuz bir meslektir! Alay etmeyin, bu böyledir!

İnsanoğlunun
çıkarları tam olarak sayılmış mıdır? Aralarında hiçbir
sınıflandırmaya girmeyenler, giremeyenler yok mudur? Bildiğime
göre, okuyucularım, insanların çıkarlarıyla ilgili listeyi
istatistik rakamlarıyla ekonomik formüllerden ortalama bir
hesapla çıkarmışsınız. Sizin çıkarlar listenizde refah,
zenginlik, özgürlük, rahatlık gibi şeyler var; bunlara açıkça,
bile bile sırt çeviren biri çıksa siz -elbette ben de- onu
kara cahilin, zır delinin biri olarak görmez miyiz?

Đnsan soyunun gene kendi
çıkarları yoluyla düzeltilmesi kuramının kabulü, bence en
azından, uygarlığın insanoğlunu yumuşattığını, o nedenle de
onları daha az acımasız, daha az savaşçı bir duruma
getirdiğini ileri süren Buckle'ü (4) onaylamak demektir. O,
kendi mantığıyla böyle bir sonuca varmış olabilir. Ama
insanlar düzenlere, birtakım soyut kavramlara öylesine
düşkündürler ki, salt mantıklarını haklı çıkarmak için
gerçekleri bile bile değiştirmeye, gözlerini kapayıp
kulaklarını tıkamaya razıdırlar. Bunu gerçekten anlaşılması
kolay bir örnek olduğu için aldım. Çevrenize şöyle bir bakın:
Kan gövdeyi götürüyor, hem de şampanya gibi bütün neşesiyle
akıyor. İşte size Buckle'ün de yaşadığı 19. yüzyıl! İşte büyük
Napolyon ve bugünkü Napolyon!.. İşte Kuzey Amerika'nın sonsuz
birliği! Ve işte size karikatüre benzeyen Schlezwig-Holstein
Prensliği!.. Uygarlık neyimizi yumuşatmış, anlayalım!
Duygularımızın türlerini çoğaltmaktan başka bir işe
yaramamıştır uygarlık. Duygularının çeşitliliği yüzünden,
insanoğlu, korkarım, kan dökmede bir zevk aramaya kadar
varacak. Üstelik böyle bir felaket insanlığın başına çoktan
gelmiştir. Cana kıyıcılıkta en ince ustalıkları gösterenlerin
uygar kimseler olduklarına hiç dikkat ettiniz mi?

Atillaların,
Stenka Razinlerin (5) ustalıkta eline su dökemeyecekleri bu
beylar, gene de onlar kadar göze batmıyorlarsa, bunun tek
sebebi böylelerine sık sık raslanması, görüle görüle bir
alışkanlık haline gelmeleridir. Uygarlık sonunda insanlar daha
çok kan dökücü olmadılarsa bile, en azından daha kötü, daha
iğrenç birer cana kıyıcı olmuşlardır.

Kleopatra (Roma tarihinden örnek aldığım için beni
bağışlayın.) odalıklarının memelerine altın iğneler batırmayı
sever, onların çığlıklarından, kıvranmalarından zevk alırmış.

Şimdi siz bana tutacak, bunların çok eskiden, barbarlık
dönemlerinde geçtiğini; şimdi insanlar birbirlerini (mecazi
anlamda) iğnelediklerine göre, şimdi bile barbar bir çağda
yaşadığımızı; bugünün insanları barbarlık çağlarına oranla her
şeyi daha açık seçik görmeyi öğrenmiş olmakla birlikte, henüz
mantığın ve bilimin buyurduğu biçimde davranmayı
beceremediklerini söyleyeceksiniz.

Birtakım eski, kötü
alışkanlıklar ortadan kalktıktan sonra, bir de sağduyu ve
bilim huylarını kökünden değiştirirse, insanların çok şeyler
öğreneceğine saplanmıştır kafanız.

yrıca insanların bilimden çok şey öğreneceğini
(gerçi bu bence lükstür); insanların gerçekte hiçbir zaman
iradelerinin, kaprislerinin olmadığını: bu yaratıkların ancak
bir piyano tuşu ya da org içindeki bir vida kadar değer
taşıdıklarını söyleyeceksiniz. Bundan başka, insanlar
yeryüzünde doğa yasalarının hüküm sürdüğü, yaptıkları her
şeyin isteklerine göre değil, bu yasalara göre oluştuğu
gerçeğini öğreneceklerdir. Şu halde bize yalnızca bu yasaları
bulmak kalıyor, insanlar böylece davranışlarından sorumlu
olmayacakları için yaşamak da kolaylaşacaktır.
Bundan sonra
bütün davranışlar, matematik yoldan, 100.000'lik logaritma
çizelgeleriyle hesaplanıp takvimlere geçirilecek; hatta
zamanımızın ansiklopedik sözlükleri cinsinden yararlı yayınlar
bile çıkacaktır. İçinde her şeyin büyük bir kesinlikle
hesaplanıp belirtildiği bu yayınlar sonunda yeryüzünde ne bir
yanlış davranış, ne de boş bir serüven kalacaktır.

İşte o zaman -Bunları hep siz söylüyorsunuz- gene matematik
kesinlikle hesaplanmış, hazır, yepyeni bir iktisat düzeni
kurulacak yeryüzünde. Bütün yanıtlar önceden bulunmuş olacağı
için ortada soru diye bir şey kalmayacak.
Sırçadan bir köşk
kurulacak. Kısacası, anka kuşu uçup gelecek... Kuşkusuz o
zaman, -bunu şimdi ben söylüyorum- yaşamanın son derece sıkıcı
olmayacağı konusunda kimse güvence veremez. (Çünkü her şey
çizelgelere göre hesaplanınca bizlere ne kalır!)

Can
sıkıntısından insan neler neler uydurmaz! Zaten altın iğneler
de can sıkıntısından batırılmaktadır, daha bu kadarıyla
kalınsa çok iyi. İşin kötüsü, (Bunu da gene ben söylüyorum.)
bakarsınız, altın iğnelere sevinenler bile çıkar. Çünkü
insanoğlu ahmak bir yaratıktır, hem de görülmemiş derecede...

Daha doğrusu ahmak değil de kıymet bilmezdir, eşine rastlanmayacak
kadar kıymet bilmezdir. Çünkü, sözün gelişi insanlar demin anlattığım
mantık düzeninde yaşayıp giderlerken, bayağılığı yüzünden
akan, daha doğrusu gerici, alaycı bir beyefendi ansızın ortaya
çıkıp elini böğrüne dayayarak, hepinize: "Ne dersiniz beyler,
şu mantıklılığa bir tekme vurup bütün logaritmacıları bir anda
cehenneme yollasak da, gene eskisi gibi ahmakça, başımıza
buyruk yaşasak nasıl olur?" diye bağırırsa hiç şaşmam! Onun
böyle bağırması gene neyse, ama peşinden sürüyle geleceklerin
çıkması insanın zoruna gider. İşte insanın yaratılışı budur!

İnsanoğlu -her zaman, her
yerde, kim olursa olsun- mantığının ve çıkarlarının buyurduğu
gibi değil de, gönlünün çektiği gibi davranmıştır;
çıkarlarımızla çatışan şeyler de istenebilir, hatta bazen
bütünüyle böyle olmalıdır. (Bu benim kendi düşüncem.)

Diyelim, gerçekten günün birinde bütün istek ve
kaprislerimizin formülü bulunuverse; daha doğrusu
isteklerimizin neye bağlı olduğu, hangi yasalara göre
oluştuğu, nasıl geliştiği, değişik durumlarda ne gibi yönler
aldığı üstüne kesin matematik formülleri ortaya çıkarılsa... O
zaman, işte o zaman insanlar belki de isteklerinden
vazgeçecekler, hem de yüzde yüz vazgeçeceklerdir. Çizelgeye
bakarak istemenin ne tadı kalır?

Bundan başka insan,
insanlıktan çıkıp bir org vidasına ya da bunun gibi bir şeye
dönüşecektir. Çünkü isteği, iradesi olmayan, istemeyi bilmeyen
insan org silindirindeki bir vidadan başka nedir ki? Siz buna
ne dersiniz? Bütün olasılıkları göz önüne alalım da, böyle bir
şeyin olup olmayacağını bir düşünelim.

Mantık, kuşkusuz iyi şeydir,
ama altı üstü bir mantıktır ve insanın düşünme
gereksinmesini gidermekten öteye geçemez; oysa istek yaşamın
ta kendisidir, hem de en basit bir davranıştan yüce mantığa
kadar. Gerçi isteğin eline kalmış bir yaşam çoğu zaman deli
zırvasından başka bir şey değildir, ama unutmayalım, gene de
yaşamdır, kare kökü almak değil.

Şimdi bir an için insanların aptal olmadıklarını düşünelim.
(Hiç olmazsa şundan dolayı insanların gerçekten aptal olduğunu
söyleyemeyiz: Bizler aptal olursak, akıllı kime diyeceğiz?)
Ama insanoğlu aptal değilse bile korkunç derecede nankördür.
Evet, eşi bulunmaz bir nankör! Bana kalırsa insanın en iyi
tanımlanması şöyle olmalı: iki ayaklı nankör bir yaratık.

Görkem mi? Belki bunun
için yalnızca Rodos anıtı yeter! Bizim Anayevski, kimilerinin
bu anıtın insan elinden çıktığını, kimilerininse doğa
tarafından yaratıldığını ileri sürdüklerini boşuna mı
söylüyor? Göz alıcılık mı? Olabilir. Çağlar boyunca her ulusun
askerinin, sivilinin giydiği yalnızca tören üniformalarını
alırsak ne demek istediğimiz anlaşılır. Hele özel frak
çeşitleri karşısında apışıp kalmayacak tek tarihçi çıkmaz.

Ellerinden geldiğince erdemli, ağırbaşlı davranmayı
kendilerine amaç edinen, sanki dünyada erdemli, ağırbaşlı
yaşanabileceğini göstermek istercesine çevrelerine ışık saçan
birtakım erdemli, ağırbaşlı kişiler -insanseverler, bilgeler-
vardır. "E, sonra?" diyeceksiniz. Sonrası belli: Bu gösteriş
düşkünlerinin çoğu, eninde sonunda sapıtarak akla gelmedik
herzeler yerler. Şimdi size sorarım: Bu gibi tuhaf nitelikleri
olan yaratıklardan başka ne beklenir? Böyle birinin önüne
bütün yeryüzü nimetlerini serin; mutluluk denizine, başı
kaybolana, hatta suyun üstünden hava kabarcıkları çıkana kadar
gömün; elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan, yalnızca
uyuması, ballı-kaymaklı yemesi, bir de insan soyunun
tükenmemesine çalışması için önüne bütün zenginlikleri yığın;
bakın, bu insan salt nankörlüğü, rezilliği yüzünden başınıza
ne püsküllü belalar açacaktır! Balı-kaymağı gözü görmez; bile
bile en zararlı, çıkarına en aykırı yaramazlıklar, saçmalıklar
yapar. Bunun tek nedeni, akıllı-uslu yaşayıştan bıkıp,
tehlikelere doğru kanatlanan hayal gücünü her işine katmak
istemesidir. Akıllara durgunluk veren hayallerini, en
koyusundan ahmaklıklarını elden bırakmak istemez, çünkü (sanki
pek gerekliymiş gibi) insanların piyano tuşu değil, hâlâ insan
olduklarını kendi kendisine göstermeye çalışır.

Gerçi
tuşlarına basıp piyanoyu çalan da gene doğa yasalarıdır, bu
çalış öylesine güzel ve dokunaklıdır ki, bir şey demeye güç
bırakmaz insanda. Üstelik kendisinin gerçekten piyano tuşu
olduğunu anlarsa ya da onun böyle olduğu fen bilimlerince
matematik bir kesinlikle kanıtlanırsa, insanoğlu, gene de
aklını başına toplamaz; tersine, salt nankörlüğünden, aklına
eseni yapmak için bile bile haltlar karıştırır. Buna gücü
yetmezse, zihninde birtakım karışıklıklar, fırtınalar
yaratarak çeşitli acılar duymaya başlar; böylece dediğinde
sonuna dek direnir. Dünyaya lanet üstüne lanet yağdırır,
yalnızca insanoğlu lanet okuyabileceği için (İnsanı öbür
hayvanlardan ayıran başlıca üstünlük de budur.), hiç olmazsa
bu yolla istediğini elde eder, yani piyano tuş değil de insan
olduğuna inanç getirir.

İnsanın doğuştan
yaratıcılığa, amacına bilinçle ilerlemeye, durmadan kuran bir
mühendisliğe, yani nereye olursa olsun kendine yol açmaya
mahkûm edilmiş bir varlık olduğunu kabul ederim. Kim bilir,
belki de bu yol açmaya mahkûm edilişi yüzünden, insanın canı
şöyle arada bir kaçamak yapmak ister. Dahası var, içi dışı bir
işadamları bütün ahmaklıklarına karşın belki de yolun nereye
olursa olsun, bir yere gittiğinin farkındadırlar. Onlara göre
asıl sorun, yolun bir yere gitmesi değil, yalnızca gitmesidir
ve hepimizin bildiği gibi tembellik bütün kusurların anası
olduğu için, doğanın uslu çocuklarının mühendislik mesleğini
küçümseyip kendilerini her kötülüğün başı olan tembelliğin
kucağına bırakmamasıdır.

İnsanın yaratmayı, yol açmayı sevdiği su götürmez bir
gerçektir. Ama sorarım size, neden bir yandan da yıkmaya, her
şeyi darmadağın etmeye bayılır? Yanıtlar mısınız bu sorumu?
Sakın insanoğlu hedefe
ulaşmaktan, kurmakta olduğu yapıyı bitirmekten içgüdüsel bir
ürküntü duyduğu için yıkmayı, bozup dağıtmayı seviyor olmasın?
(Bu işi yaparken öyle bir tat alır ki, deme gitsin!) İnsanın
yapılan bir yeri yakından değil de uzaktan sevdiğini, onun
içinde oturmayı değil yalnızca kurmayı, sonunda da karıncalar,
koyunlar gibi animaux domestiques'e (6) bırakmayı düşündüğünü
yadsıyabilir miyiz?

Gelgeç gönüllü, tutarsız
bir yaratık olan insanoğluysa, belki de satranç oyunları gibi
hedefi değil, hedefe giden yolu sever. Kim bilir, belki
(Doğruluğuna bel bağlayamayız kuşkusuz.) insanın yöneldiği tek
hedef, hedefini elde etmek için harcadığı sürekli çabadır,
başka bir deyişle yaşamın kendisidir.

Evet, insanın tek yaptığı şey,
iki kere iki dörtlerin peşine düşmek, okyanusları aşmak, bu
uğurda seve seve yaşamını vermektir; ama öbür yandan aradığını
bulacağı için de ödü patlar. Çünkü bulursa arayacak başka bir
şeyi kalmayacağını hissetmektedir. İşçiler işlerini bitirince
para alırlar, daha sonra da gidecekleri bir meyhane,
düşecekleri bir de karakol çıkar nasıl olsa. İşte size bir
haftalık iş güç. Peki, ama bizler nerelere gideriz? Onun için
hedefe her varışta bir tedirginlik duyulur. İnsanoğlu amacına
doğru ilerlemeyi sever, fakat amacını elde etmeyi değil. Çok
gülünç bir durum doğrusu. İnsanın yaratılıştan gülünç bir
varlık olmasındadır bütün terslik zaten.

İnsan
iki kere iki dörtten, en azından bir korku duymuştur, bu korku
benim şu anda bile içimdedir.İki kere iki dört
çekilmez bir şey. İki kere iki dört, bana sorarsanız, bir
küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak
yolumuzu kesen, sağa-sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta
kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine (mükemmelliğine)
inanırım, ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki
kere ikinin beş etmesidir.

Belki de insan yalnızca refahı sevmiyor, refah kadar da
acılardan hoşlanıyordur. İnsanoğlu için acıların refah
derecesinde yararlı olması da mümkündür. Şurası kesindir ki,
bizler, acıyı bazen tutkuya varan bir sevgiyle severiz. Bunu
anlamak için dünya tarihine başvurmaya gerek yok; eğer siz de
bir insansanız, azıcık da olsa yaşamışsanız, kendinize danışın
yeter.

Sonu iyi mi olur, kötü mü, orasını bilmem,
ama bir şeyi devirip kırmanın bazen hoş bir yanı vardır.

Yine de şuna iyice inandım ki, insanoğlu karışıklık
çıkarmaktan, kırıp dökmekten kendini alamayacaktır.

Gerçi anlama da insanı aynı sonuca götürür, yani gene yapacak
işiniz kalmaz, ama hiç olmazsa kendi kendinizi döverek biraz
olsun canlanabilirsiniz. Gerici bir davranış olmakla birlikte
hiç yoktan iyidir.

Varıp dayandığımız sonuç: En iyisi hiçbir şey yapmamaktır. Bir
köşeye çekilip, seyirci kalmaktan iyisi var mı? Onun için
yaşasın yeraltı! Normal insanı ölesiye kıskandığımı söyledim,
gördüğüm kadarıyla gene de onların durumunda olmak istemem.
(Kıskanmaktan geri durmayacağım gene de... Ama hayır, hayır,
ne olursa olsun yeraltı daha kazançlı!) Orada hiç olmazsa
insan... Eh!.. Şimdi bile yalan söylüyorum. Yalan, çünkü iyi
olanın yeraltı değil, özlemini duyduğum, ama bir türlü elde
edemediğim başka, bambaşka bir şey olduğunu iki kere ikinin
dört ettiği gibi biliyorum. Cehenneme kadar yolu var
yeraltının!


- Öyleyse ne diye yazdınız bunları? diyeceksiniz.
- İşsiz-güçsüz olarak sizi de yeraltına sokup, kırk yıl sonra
"Durumunuz nicedir?" diye sormaya gelsem, sizin karşılığınız
ne olurdu? İnsan kırk yıl tek başına, işsiz-güçsüz bırakılır
mı, efendim?

Her insanın anılarında herkese söyleyemeyeceği, ancak
dostlarına açabileceği şeyler vardır. Hatta dostlarına bile
açılamayacak, gizli kalması koşuluyla yalnız kendi kendimize
itirafta bulunacağımız durumlar olur. Ama bir de öyleleri
vardır ki, kendi kendimize bile açmaktan korkarız. Her aklı
başında insanın dağarcığında bile böyleleri yığınla bulunur.
Daha doğrusu, insan aklını başına topladıkça bunların da
sayısı artar.

Okurlar için olmadığına göre, anılarımı kâğıda dökmeden,
zihnimden geçirmekle yetinemez miydim?
Orası öyle, ama anılarım kâğıt üzerinde daha bir görkemli
duruyor. Böylece etkisi daha da artacak, kişiliğim üstünde
daha doğru bir yargıya varabileceğim; buna bir de üslup
güzelliği eklenecek. Ayrıca, içimi dökmekle belki
rahatlayacağım.

Dairedeki görevimde kimsenin yüzüne
bakmamaya çalışıyordum, ama iş arkadaşlarım, bana yalnızca
garip bir adam gözüyle değil, -öyle sanıyordum ki- aynı
zamanda tiksintiyle bakıyorlardı. "Neden benden başka birisi
kendisine tiksintiyle bakıldığını hissetmiyor?" diye bir
düşünce takılıyordu kafama. Memurlardan birinin çopur mu
çopur, iğrenç, hatta haydut suratına benzeyen bir yüzü vardı.
Benim de onunki gibi bir suratım olsa kimseye bakamazdım,
herhalde. Bir başkasının giysisi kokudan yanına varılamayacak
denli eskimişti. Gene de hiçbirinin ne kılığından, ne
suratından, ne de herhangi bir ruhsal eksikliğinden çekindiği
yoktu. Hiçbiri kendisine tiksintiyle bakılmasını
umursamıyordu; yeter ki bakan, amirlerden biri olmasın.

Sınırsız gururum ve bunun doğurduğu aşırı titizliğim sonunda
iğrenme derecesine varan bir nefret duyuyordum kendime karşı;
bu yüzden, başkalarının da bana aynı gözle baktığını
düşünüyordum. Örneğin, çirkin bulduğum için yüzümü beğenmiyor,
hatta pek bayağı bir anlatımı olduğundan kuşkulanıyordum;
bundan dolayı da, göreve her gelişimde bayağılığımı
görmesinler diye, kendimi büyük sıkıntılara sokarak, elimden
geldiğince rahat bir havaya bürünüyor, yüzüme soylu bir
anlatım vermeye çalışıyordum. "Yüzüm soylu, anlamlı, özellikle
son derece zeki görünsün de, güzel olmazsa olmasın!" diye
düşünüyordum. Ama yüzümden kimsenin bu erdemleri
okuyamayacağını acıyla, kesin olarak biliyordum. Oysa,
yalnızca zeki görünmek benim için yeter de artardı bile. Hatta
yüzümü zeki bulmaları koşuluyla bayağı görünmesine bile çoktan
razıydım.

En küçüğünden en büyüğüne kadar dairedekilerin hepsinden
nefret ediyor, onları bir yandan küçümserken, bir yandan da
onlara karşı çekingenlik duyuyordum. Daire arkadaşlarımı
kendimden üstün gördüğüm de oluyordu. Bu hal durup dururken
geliyordu başıma. Onları ya küçümsüyor ya da kendimden üstün
görüyordum.

Kendini bilen, akıllı-uslu bir adam, kendine karşı
son derece titiz değilse ve kendisini nefret edercesine
küçümsemiyorsa gururlu da değildir. Ama ister küçümserken
olsun, ister üstün görürken, birini görünce hemen gözlerimi
yere indiriyordum. "Şu adamın bakışlarına dayanabilecek miyim
bakalım?" diye denemeler yapıyor, gözlerini ilk indiren gene
ben oluyordum. Kahrolurcasına üzülüyordum buna. Gülünç duruma
düşmekten de son derece korkuyor, göreneklere körü körüne
uyarak adımlarımı herkese göre ayarlamaya çalışıyordum.
Davranışlarımda bir başkalık görecekler diye ödüm patlıyordu.

Zamanımızda her aklı başında
adam korkaktır, köle ruhludur, açıkçası böyle olmak
zorundadır. Bu, onlar için normal bir durumdur.

Bir kerecik kabadayılık etmeye
kalkışanlar sakın buna sevinip böbürlenmesinler, çünkü nasıl
olsa başka bir yerde pes edeceklerdir. Onlar için tek çıkar
yol, değişmeyen sonuç budur. Kabadayılıkta direnenler yalnızca
,,, onların melezleridir, o da bir kerteye (bildiğimiz
duvara) kadar. Hiçbir değer taşımayan bu yaratıkları
önemsemesek daha iyi ederiz.

O sıralar canımı sıkan bir durum daha vardı! Ne ben bir
kimseye benziyordum, ne de bir başkası bana. "Onlar hep
birlikte, bense onlardan farklıyım" diye derin düşüncelere
dalıyordum.

Kâh canım kimseyle konuşmak istemez, kâh çok konuşkan bir adam
kesilerek işi herkesle dostluk kurmaya kadar vardırırdım.
Bütün hırçınlığım durup dururken, birdenbire sona ererdi. Kim
bilir, belki bende hırçınlıktan eser yoktu da, kitaptan kapma,
yapmacık bir duyguydu bu. Bugüne dek çözemedim gitti.

... Arkadaşlarımla dostluğu fazla sürdüremiyor, kısa zamanda
arayı soğutuyordum; üstelik toyluğum yüzünden selamı dahi
kesiyordum. Bununla birlikte böyle bir yakınlaşma bir kere
oldu. Geri kalan zamanlarda genellikle yalnız başımaydım.

Evde en çok yaptığım şey okumaktı. Dış etkilerle içimdeki
sürekli kaynaşmayı bastırmaya çalışıyordum. Kullanabildiğim
tek dış etki ise okumak, yine okumaktı. Okumanın bana çok
yardımı dokunuyordu; coşku veriyor, zevk veriyor, acı
veriyordu. Arada bir canımı son derece sıktığı da oluyordu.
Gene de bir şeyler yapmak gereksinmesi duyuyor; o zaman
gözlerden uzak, karanlık, çirkin -hovardalık bile
denilemeyecek- bir hovardalık bozuntusuna kaptırıyordum
kendimi.

Okumaktan başka ne yapabileceğim bir iş, ne de
gidebileceğim bir yer vardı. Çevremde saygı duyduğum, beni
çekebilecek bir uğraş bulamıyordum. Üstelik bir de sıkıntıdan
patlayacak hale gelip aykırılıklara, çelişkilere karşı içimde
sönmez bir istek duymaya başlayınca kendimi her türlü
rezilliğin kucağına atıyordum.

Bir gece kötü bir meyhanenin önünden geçerken, aydınlık
pencereden içerdeki bilardo masası çevresinde adamların
istekalarla dövüştüklerini gördüm. Sonra birini pencereden
dışarı attılar. Başka bir zaman olsa belki yaptığımdan
iğrenirdim, fakat o andaki ruhsal durumumun etkisiyle dışarı
atılan adamı kıskanmaya başladım. Hatta daha da ileri giderek,
"Belki ben de birisiyle kavga ederim, beni de dışarı atarlar."
düşüncesiyle meyhaneye girerek bilardo odasına daldım.
Sarhoş değildim; gelin görün ki can sıkıntısı insanın başına
ne bunalımlar açıyor! ama, ne yazık ki beklediğim çıkmadı.
Pencereden atılacak bir adam olmadığım anlaşıldı, kimseyle
dövüşmeden oradan uzaklaştım.
Oysa meyhaneye girer girmez bir subay ağzımın payını vermişti.
Ben nereden bileyim, bilardo masasının yanında dururken yolu
kapıyormuşum; o sırada subay da geçmek istemiş. İnsan ne
istediğini söyler, değil mi? Yok, beni omzumdan yakalamasıyla
bulunduğum yerden başka bir yere itelemesi bir oldu. Kendisi
de ne yaptığının farkında değilmiş gibi geçip gitti. Dayağı
bağışlayabilirdim, ama beni adam yerine bile koymadan itip
kakmalarına kesinlikle göz yumamazdım.
Daha geleneğe, göreneğe uygun, daha edebi, gerçek bir kavga
için neler vermezdim; bilemezsiniz! Karşılarındaki bir sinekti
sanki. Subayın boyu on verşok (9) vardı, oysa ben ufak tefek,
cılız mı cılız bir adamdım. Kavga çıkarmak elimdeydi kuşkusuz,
adama karşılık verecek olsam, beni de pencereden atardı. Ama
hiç de öyle olmadı, bütün hıncıma karşın sinmeyi yeğledim.
Meyhaneden şaşkın, heyecan içinde çıkarak doğruca eve
yollandım; ertesi gün ise acınası hovardalığımı eskisinden
daha ürkek, daha miskin, daha üzüntülü, sanki gözlerimden
yaşlar gelerek sürdürdüm. Sürdürdüm ya, siz ona bakın!
Korkaklığım yüzünden subaydan çekindiğimi sanıyorsanız
yanıldınız demektir. Bir olayla karşılaşınca çekingenlik
duymakla birlikte, hiç de korkak bir adam değilimdir. Siz
gülün istediğiniz kadar, ama bunu açıklayacağım size. Benim
açıklamasını yapamayacağım bir sorunum yoktur, bunu böylece
bilesiniz.

Orada korkaklığımdan değil, sınırsız gururumdan dolayı
çekingen davranmıştım. Ne subayın iri yarılığı, ne de beni
güzel bir ıslatıp pencereden dışarı fırlatacak oluşu
korkutmuştu gözümü. Bunları göze alacak denli yiğitliğim
vardı, fakat bende olmayan manevi yiğitlikti. Benim tek
çekindiğim şey, bilardo sayılarını yazan sırnaşık heriften
tutun da yakası bir karış yağ bağlamış, yüzü sivilceli,
yılışık bir memur parçasına kadar orada bulunan herkesin,
benim vereceğim karşılığı, kullanacağım edebi dili anlamayarak
benimle alay etmeleriydi. Çünkü bizde onur konusu, onur değil
de onunla ilgili sorun (point d'honneur) yalnız edebi bir
dille konuşulmuştur şimdiye dek.

Öfkeden boğulacak gibi oluyordum. Sonunda düşmanımı
düelloya çağırmaya karar verdim. Adama gönül okşayıcı, güzel
bir mektup yazdım; benden özür dilemesini rica ediyor, kabul
etmezse düelloya başvuracağımı açıkça bildiriyordum. Mektup
öyle güzel bir dille yazılmıştı ki, subay "güzel ve yüce
şeyler"den biraz anlamış olsa, hiç durmadan bana koşar,
boynuma sarılarak bana dostluk önerisinde bulunurdu. Ah, ne de
iyi olurdu! Canciğer iki arkadaş gibi geçinir giderdik! "O
beni gücüyle korurdu, ben de onu okumuşluğumla, daha doğrusu
düşüncelerimle yüceltirdim! Daha neler neler olabileceği
şimdiden kestirilmez!"

Düşünün bir kez, adam beni küçük düşüreli iki yılı geçmişti.
Zaman aşımını görmezlikten gelip durumumu ustalıkla açıklayan
mektubuma karşın düello gene de çok yersiz kaçacaktı

Kılığımın rezilliğini, fırt fırt dönen gövdeciğimin
bayağılığını düşündükçe sırtıma ter basar, yüreğime sancılar
girerdi. Herkesten daha zeki, daha kültürlü, daha soylu
olmakla birlikte, başkalarının yanında ezilip büzülen,
horlanan, hakkını arayamayan, zararlı, iğrenç bir sinekten
başka bir şey olarak görmezdim kendimi.

Subay daha çok tatillerde geliyordu Nevskiy'e.
Gerçi o da generallere, kodamanlara yol veriyor, aralarında
kuyruğunu kıvırarak dolaşıyordu, ama bizim gibileri, hatta
daha kellifellileri tepeleyip geçiyordu. Önünde kimse yokmuş
gibi insanın üzerine üzerine yürüyor, yol vermek nedir
düşünmüyordu. Ona baktıkça öfkemden kendi kendimi yiyor, ama
onunla karşı karşıya gelince nefretle yana çekiliyordum.
Sokakta bile ona denk olmayışımdan dolayı kendime
içerliyordum. Bazen gecenin üçünde uyanıp büyük bir bunalım
içinde kendi kendimi paylıyordum: "Neden ilk olarak hep sen
yol veriyorsun? Neden o değil de sen? Bunun bir kuralı, 'şöyle
olacaktır' diye yazılı bir yasası var mı? Kibar insanların
karşı karşıya gelişlerinde yaptıkları gibi, her şey eşit
koşullarla yürütülmelidir; bir adım sen, bir adım o geri
çekilmeli, birbirinize saygı göstererek yürüyüp gitmelisiniz."
Ama hiç de öyle olmuyordu; her seferinde ben yana çekiliyor,
subaysa benim farkıma bile varmadan basıp gidiyordu.

Hayallerimde "güzel ve yüce şeylere sığınarak" ne büyük aşklar
yaşadım, ey Tanrım! Yeryüzündeki hiçbir varlıkla ilgisi
olmayan, bu bütünüyle hayal ürünü aşklarım beni öylesine
doyuruyordu ki sonradan gerçek bir sevgiye gereksinme bile
duymuyordum. Gerçekte birini sevmek benim için gereksiz bir
lüks oluyordu. Tatlı bir uyuşuklukla sanatsal bir yaratıcılık
geliyordu her şeyin sonunda: şuradan buradan, ozanlardan,
romancılardan kaptığım kusursuz yaşam sahnelerini istediğim
gibi bozup değiştiriyordum hayallerimde. Her seferinde üstün
gelen bendim, yenilenler üstünlüğümü ister istemez kabul etmek
zorunda kalıyorlardı, bense onları gözümü kırpmadan
bağışlıyordum.

Kısa yassı burunlu kızlardan biri on üç, öteki
on dört yaşındaydı; aralarında durmadan fısıldaşıp kıkır kıkır
güldükleri için onlardan çok utanırdım.

Konuklar hiç değişmeyen
birkaç kişiden oluşurdu. Vergilerden, Senato'daki
tartışmalardan, aylıklardan, terfilerden, bizim genel
müdürden, göze girme sanatından filan konuşulurdu. Kendimde
söze karışmak yürekliliği bulmadan, daha doğrusu bunu
beceremeden onları üç dört saat aval aval dinler, herkes
gidinceye dek otururdum. Üzerime bir miskinlik çöker, ikide
bir sırtıma ter basar, sağım solum tutulmuş gibi olurdu. Ne de
olsa yararlı ziyaretlerdi bunlar, çünkü eve dönünce insanlarla
kucaklaşma isteğim bir süre için yatışırdı.

Belki de salt onlarla
karşılaşmamak, nefret ettiğim çocukluğumla ilgimi kesmek için
eski işimi bırakıp şimdiki dairede çalışmaya başlamıştım.
Bitirdiğim okula da, orada geçen kahredici yıllara da lanet
olsun! Sözün kısası, özgürlüğe kavuşur kavuşmaz okul
arkadaşlarımla ilgimi kestim.

Son sınıfta
ona iki yüz kişilik bir köy miras kaldı (16), okulda hepimiz
yoksul aile çocukları olduğumuz için, bize tepeden bakmaya
başladı. son derece aşağılık bir genç olmasına karşın tepeden
bakarken bile hoşa giden bir yanı vardı. Onur, şeref üstüne
bir sürü palavra sıkan, süslü hayaller kuran gençlerin büyük
bir çoğunluğu Zverkov azıttıkça ona daha çok yaltaklanıyordu.
Ondan bir çıkar gözettikleri için yapmıyorlardı bunu, ona
doğuştan şanslı bir arkadaş gözüyle bakıyorlardı. Ayrıca
Zverkov kıvraklığıyla, ince hareketleriyle tanınmıştı
aramızda. En çok da buna bozuluyordum ya! Sesinin kendine
güvenen sert tonunu, pek aptalca şeyler yumurtlamasına karşın
kendisinin bayıldığı nüktelerini işitmek beni deliye
döndürüyordu.

Hele şu işite işite bıktığım: "Sen hayaller kurarken
onlar gerçek yaşamı anlamışlardı..." gibi beylik lafları önüme
sürmeyin Tanrı aşkına! Onların gerçek yaşamdan anladıkları
filan yoktu. Beni en çok kızdıran da buydu ya! Hatta tam
tersine, en çok göze çarpan, belli-başlı gerçekleri akıl almaz
bir aptallıkla karşılıyorlardı.

Ahlakları çirkinlik
derecesinde bozuktu. Her ne kadar ahlaksızlıklarında bile bir
gösteriş, bir özenti varsa da, özentinin altından görünen
çocuklukları, körpelikleri kokuşmaya yüz tutmuştu. Onlardan
olanca gücümle nefret ediyordum, ama kendim onlardan da
aşağıydım, o da başka... Bana karşı davranışları benim
kendilerine olan davranışımın aynıydı, üstelik onlar benden
tiksindiklerini gizlemiyorlardı. Ben de zaten onlardan sevgi
beklemiyordum, bütün istediğim onları küçük düşürmek,
küçümsemekti...

Arkadaşlarımın alaylarından kurtulmak için kendimi derslere
verdim, böylece başarılı öğrenciler arasına katıldım. Bunun
etkisi olmadı değil. Ayrıca, onların okuyamadıkları kitapları
okuduğumu, (ders programımıza girmeyen) adını bile
işitmedikleri konularda bilgimin olduğunu yavaş yavaş anlamaya
başladılar. Bana bir yandan hiç görmemişler gibi, alaylı
alaylı bakadursunlar, öte yandan akılca üstünlüğümü
kabullenmişlerdi. Hele öğretmenlerimin ilgisini çekince durum
iyice değişti. Alayların arkası kesildi, fakat düşmanlık
olduğu gibi kaldı; aramızda soğuk, gergin bir hava esmeye
başladı.

Sonunda buna dayanamayan gene ben oldum. Yaşım
ilerledikçe insanlara, arkadaşlara duyduğum gereksinme de
artıyordu. Bir kaçına dostluk niyetiyle yaklaşmak istedimse
de, doğal olamayışım yüzünden çabalarım boşa çıktı. Sonunda
bir tane arkadaş edinebildim. Fakat daha o zamandan içimde yer
etmiş olan zorbalık hevesiyle arkadaşımı istediğim gibi
yönetmeye çalışıyordum. Çevresindekilere karşı nefret duyması
için epeyce uğraştıktan sonra, aşağılık ortamdan tüm bağlarını
koparmasını, bir daha da oraya dönmemesini istedim zavallı
çocuktan. Tutkulu arkadaşlığım onu ürküttü, sinir bunalımları
içinde birkaç kez gözyaşı döktü. Teslim olmaya hazır, saf bir
çocuktu; bana bütünüyle bağlandıktan sonra ondan nefret
ederek, bu sefer de kendimden uzaklaştırmaya başladım. Sanki
amacım yalnızca onu yenmek, bana bağlandığını görmekti.

Öbürleri arasında yalnızca onu yenebilmiştim, çünkü bu çocuk
hiçbirine benzemeyen, apayrı bir yaratılıştaydı. Okulu
bitirince ilk işim, bunca yıldır hazırlanmış olduğum mesleğimi
bir yana bırakmak oldu. Geçmişle bütün bağlantılarımı
kopararak, eskisiyle ilgili ne varsa hepsini lanetleyip mezara
gömmek istiyordum.

Sağa, sola şaşkın
şaşkın bakıyordum. Hâlâ kendime gelmiş değildim. Bir an
gözlerim içeriye giren kıza takıldı. Karşımda genç, biraz
solgun, taze bir yüz duruyordu. Kızın düzgün kara kaşları,
biraz şaşırmışçasına bana bakan ciddi gözleri vardı. Bu duruşu
çok hoşuma gitmişti. Gülümsemiş olsa ondan yüzde yüz nefret
ederdim. Henüz kafamı toparlayamadığım için kendimi zorlayarak
yüzüne dikkatle bakmaya çalışıyordum. Kızın yüzünden saflık ve
iyilikle birlikte garip denecek bir ciddilik akıyordu. Bu
duruşuyla çalıştığı bu yerde çok şey yitirmiş olmalıydı, bizim
ahmaklardan hiçbiri ona dikkat etmemişti. Her ne kadar uzun
boylu, düzgün vücutlu, sağlıklı bir kadınsa da, güzel
sayılmazdı. Son derece yalın giyinmişti.

Birini sevdikten sonra
mutlu olmadan da yaşayabilirsin. Yaşamak güzel şeydir,
üzüntüleriyle bile olsa...

- Ben bir baba olsam, bir de kızım olsa, onu oğullarımdan daha
çok severdim diyerek, sanki onun ilgisini çekmek istiyormuşum
gibi, hafifçe dokundurdum. O anda kızardığımı söylemeliyim.
- Bunu niçin söylediniz?
Demek dinliyordu beni!
- Hiç, bilmem... Birini tanırdım, Liza, yüzü gülmez, sert bir
adamdı. Gelgelelim kızının önünde diz çöker, ellerini
ayaklarını öper, bir istediğini iki etmezdi. Kızı baloda dans
ederken onu saatlerce ayakta bekler, bir an gözlerini
üzerinden ayırmazdı. Adamcağız kızıyla aklını bozmuştu sanki.
Kız eğlenceden sonra yorgun düşer yatar, babası ise o uyur
uyumaz kalkarak yavrusunu öper kutsardı. Kendisi pis, partal
gezerdi, sonra eli de çok sıkıydı; gelgelelim kızı için
yapmayacağı şey yoktu. Hele aldığı armağanları kızına
beğendirirse, sevincinden deliye dönerdi. Babalar kızlarına
annelerden daha düşkündürler, onun için bir kız baba evinde
çok mutlu yaşar... Sanırım, benim bir kızım olsa kocaya
vermezdim.
Liza hafifçe gülümseyerek;
- Nasıl olur? dedi.
- Kıskanırdım vallahi. Elin oğlunu nasıl öper, onu nasıl öz
babasından çok sever diye ifrit olurdum. Bunu düşünmek bile
kafamı bozuyor. Doğallıkla saçma bunlar, sonunda herkes aklını
başına toplar. Ama kızımı evlendirmeden önce, bütün
isteyenleri ıskartaya çıkaracağım diye kendime yapmadık eziyet
bırakmazdım herhalde. Sonunda da kendi sevdiği bir erkeğe
verirdim. Fakat, bilir misin, bir babanın gözüne en çok
kızının gönül verdiği erkek kötü görünür. Bu, her yerde
böyledir. Ailelerin çoğunda o yüzden anlaşmazlıklar çıkar.
---------------------------------------------------
- Hımm... Ya! Belki haklısın. Sonra bir de şu var, Liza:
İnsanoğlunun gözü mutluluğunu görmez de, hep üzüntüleri
üzerinde durur. Oysa mutluluktan da yeterince payımızı
aldığımızı görmek için bir an doğru düşünmek yeter. Bir ailede
bütün işler yolunda giderse; kocan seni sever, gözünün bebeği
gibi sakınır, senden bir an ayrı kalmak istemezse, işte ben
mutluluk diye buna derim! Hatta karı-kocanın acılı zamanları
yarı yarıyadır ve bu kadarı da iyidir, zaten acısız insan var
mı ki! Bir gün evlenirsen kendin de anlarsın ya... Hele bir de
evlendiğin adamı seversen, onunla geçireceğin ilk yılların
tadına doyum olur mu? Hatta sevilen bir kocayla yapılan
kavgalar bile tatlıya bağlanır. Bazı kadınlar vardır,
kocalarını ne denli çok severlerse o denli çok kavga
çıkarırlar. Ben böyle birini tanırdım, "Seni sevdiğim için
eziyet ediyorum, sakın aklına başka bir şey gelmesin" derdi.
Sevdiği için eşlerini bile bile üzenlerin bulunduğunu işittin
mi? Böyleleri daha çok kadınlardan çıkar. Hem yapar, hem de
içlerinden; "Sonradan onu öyle sevip okşayacağım ki, şimdi bu
kadarcık eziyete katlanıversin!" diye geçirirler. Bu tür
kadınlar evin sevinç kaynağıdırlar. Ne mutlu, huzurlu, namuslu
bir yaşam!.. Bir de kıskanç kadınlar vardır. Böyle birini
tanırdım. Kocası bir yere gidecek olsa, gece demez, gündüz
demez peşine düşer; "Acaba nerede, kimin evinde, hangi
kadınla?" diye onu gizli gizli izlerdi. İşte böylesi çok
kötüdür. Üstelik kendisi de bilir bunun kötü olduğunu;
üzüntüden içi içini yer, kahrolur. Ama ne yapsın zavallı,
sevmiş bir kez! Hele kavgadan sonra barışmak -özür dilemek ya
da bağışlamak- ne büyük zevktir! Sanki yeni tanışmış, yeni
evlenmişler, birbirlerini yeniden sevmeye başlamışlar gibi,
ikisi de büyük bir mutluluk duyarlar. Sevişen karı-kocanın
arasında geçenleri kimseler bilmemelidir. Aralarındaki
geçimsizliği öz annelerinden bile gizlemeli, onlardan hakemlik
istememelidirler. En iyi hakem gene kendileridir. Aşk kutsal
bir gizdir, ailede geçenler bütün yabancı gözlerden
saklanmalıdır. Bu, onun kutsallığını bir kat daha artırır,
mutluluğu çoğaltır. Böylece karı-kocalar birbirlerini daha çok
sayarlar, saygıysa anlaşmanın temelidir. Sonra eşler birbirini
severek evlenmişse, bu sevgi neden sönsün? Bunu sürdürmenin
çıkar yolu yok mudur? Umarsız kalındığı durumlarla
karşılaşılacağını sanmıyorum. Kocanın onurlu, iyi bir insan
çıkması durumunda sevgi sönebilir mi? Doğallıkla evliliğin ilk
yıllarındaki aşk geçecektir, ama bunun yerini daha sağlam bir
sevgi alacaktır. Karı-koca zamanla daha iyi kaynaşırlar,
işlerini danışarak yaparlar, birbirlerinden saklıları,
gizlileri kalmaz. Sonra, çocukları olur, karşılaştıkları en
büyük güçlükler bile onlara ayrı bir haz verir. Yeter ki
sevgileri, kendilerine güvenleri azalmasın. Bu durumda
çalışmak da, çocuklar için özveriye katlanmak da bir zevktir.
Çünkü, çocuklar seni işte bu yüzden seveceklerdir; demek
oluyor ki, ilerisi için sevgi biriktiriyorsun. Çocuklar
büyüdükçe onlar için bir örnek, bir dayanak olduğunu
hissedersin. Sen ölünce de senin düşüncelerini, duygularını
taşıyacaklarını bilirsin. Çünkü seni örnek almış, sana
benzemişlerdir. Öyleyse çocuk yapmak kutsal bir görevdir. Bu
durumda anayla babaya kendi aralarında sımsıkı kaynaşmaktan
başka ne düşer? Bir de çocuk yetiştirmenin güçlüğünden söz
ederler. Böyle kutsal bir göreve dil uzatılır mı hiç!.. Liza,
sen küçük çocukları sever misin? Ben bayılırım. Şöyle pembe
minicik bir oğlunun olduğunu düşün; memene yapışmış, durmadan
emiyor. Hangi baba oğlunu kucağına almış olan karısına kötü
gözle bakabilir? Pembe, tombul bebek keyfinden kendini bir o
yana, bir yana atar. İnsan onun ufacık, yumuk yumuk ellerine,
ayaklarına, tertemiz minicik tırnaklarına baktıkça sevinçten
bayılası gelir. Yumurcak her şeyi anlıyormuş gibi uzun uzun
süzer insanı. Annesinin memesini emerken elleriyle sıkıştırır,
türlü oyunlar yapar. Babası yanlarına gelince memeyi bırakıp
kendini arkaya atarak babasına bakar; bir şey çok hoşuna
gitmiş gibi gülmeye başlar; sonra gene memesine döner. Hele
bir dişleri çıksın, emerken annesinin memesini ısırıverir;
sonra da, "Gördün mü, nasıl ısırdım?" dercesine kıkır kıkır
güler. Çocuk mutluluk kaynağıdır, çocuk yüzünden pek çok
kırgınlık unutulur gider... İşte böyle, Liza, insan önce
kendisi yaşamayı öğrenmeli ki, ondan sonra da başkalarını
kınama hakkı olsun.

Hele o peltek peltek
konuşması yok mu ya, mendeburu dinlerken bütün cinlerim tepeme
üşüşürdü. Dili ağzına büyük geldiğinden midir nedir, ıslık
sesleri, şapırtılar çıkararak konuşur; üstelik, pek büyük bir
iş yapıyormuş gibi, bununla da caka satardı. Ellerini arkasına
bağlayıp yere bakarak, ölçülü bir sesle, hecelere basa basa
söylerdi her bir sözcüğü. Hele onun kendi bölmesinde Zebur
okumasını bir dinleseniz! Bu Zebur okuması yüzünden neler
çektiğimi ben bilirim... Akşamları ölüye dua ediyormuş gibi
tekdüze bir sesle, sözcükleri uzata uzata okumaya bayılırdı.

Seni aldattığım için senden
nefret ediyordum. Çünkü, benim tek isteğim, sözcüklerle
oynamak, hayalimi işletmekti. Yoksa, başkasından bana ne?
Hepinizin canı cehenneme!.. Ben huzur istiyorum, huzur! Bunu
elde etmek için bütün dünyayı beş paraya değişirim. Bana:
"Güzel bir çay içmek mi istersin, yoksa dünyanın batmasını
mı?" diye sorsalar, hemen "Çay içmek!" diye bağırırım.

Şöyle
deneme olsun diye, içimizden birine daha çok özgürlük verin,
ellerindeki bağı çözüp yaşama alanını genişletin, üstündeki
vesayeti kaldırın; bakın, o zaman yeniden vesayet altına
girmek için önce kendisi can atacaktır.

Bize insan olmak, yani etiyle kemiğiyle insan olmak bile yük
geliyor; bundan utanıyoruz, ayıp sayıyoruz. "Soyut insan"
diyebileceğim garip yaratıklar olmaya can atıyoruz. Biz ölü
doğmuş kişileriz, zaten çoktandır canlı olmayan babaların
soyundan ürüyoruz ve bu durumu gittikçe daha çok beğeniyor,
bundan zevk almaya başlıyoruz. Nerdeyse bir kolayını bulup
bizleri doğrudan doğruya düşüncelerin doğurmasını
sağlayacağız.
Eh, yeter bu kadar; bir daha da "Yeraltı"ndan yazmak
istemiyorum.

Bununla birlikte bu çelişki hastasının notları burada
bitmiyor. Dayanamadığı için, o yazmayı sürdürdü. Ama biz
burada dursak daha iyi olur, sanıyorum.
bulantı
hercaikardelen
Mesajlar: 18
Kayıt: 30 Eki 2014, 01:19

Re: depresif sfliye film önerisi

Mesaj gönderen hercaikardelen »

'özgürlük yolu' diye diye bir film izledim dün akşam.. insanlardan hatta herşeyden kaçış ama nereye kadar...
Cevapla