Sosyal Fobi Davranışcı Bilişsel Varoluşcu Psikoterapi

Sosyal fobi ve psikoloji üzerine makaleler..(Lütfen yazının kaynağını belirtiniz)
Cevapla
werther
Mesajlar: 280
Kayıt: 07 Tem 2006, 18:58

Sosyal Fobi Davranışcı Bilişsel Varoluşcu Psikoterapi

Mesaj gönderen werther »

SOSYAL FOBİ

Resim
En son werther tarafından 28 Eki 2006, 20:32 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
werther
Mesajlar: 280
Kayıt: 07 Tem 2006, 18:58

DAVRANIŞÇI PSİKOTERAPİ

Mesaj gönderen werther »

DAVRANIŞÇI PSİKOTERAPİ

 Yukarıda insanın ruhsal yapısını kabuklar halinde iç içe geçmiş bir meyveye benzetmiştik. Buna göre meyvenin en dış kabuğuna, davranışçı şartlanmalar veya sosyal öğrenmeler; ikinci katmana bilgi işleme süreci veya bilişsel alan; üçüncü katmana ise dinamik katman diyebiliriz. Çekirdek bölümüne ise varoluşçu öz diyebiliriz. İnsanın bütünü bu katmanların bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Bir parçayı diğerinden ayırmak mümkün değildir. İnsan yalnız başına ne davranış, ne düşünce, ne duygulanım, ne de hissediştir. İnsan bunların hepsinin belirli bir ahenk ile dizaynından oluşmuş bütüncül ve muhteşem bir varlıktır. Çocuğun gelişim evrelerinde izlediğimiz, somuttan soyuta doğru modellemeden iradi tercihe, iradi tercihten idrake kadar geçen yelpazeyi bu dört katman içinde görmek de mümkündür. En dış katmandaki, yani kabuktaki davranışlarımız, dışarıdan gözlemlenen eylemlerimizdir. İnsan hakkında fikir yürütebilmek, bir kanaat sahibi olabilmek ve o insanı anlamlandırabilmek için öncelikli olarak onu gözlemlememiz gerekir ki, psikolojinin en önemli araştırma yöntemlerinden birisi de gözlemdir. Gözlem altında tutulan bir insan bir takım davranışlar yapar. Bu davranışların neler olduğu, nerelerde ortaya çıktığı ve nelere neden olduğu gözlem esnasında tespit edilebilir. Ancak bu davranışların arkasında yatan zihinsel mantığı, gözlemleyerek keşfedemeyiz. Gözleme dayanan psikolojik yaklaşımın zaten böyle bir iddiası da yoktur. İşte insanı gözleme dayalı olarak inceleyen bu anlayış insanın davranışlarını temel inceleme konusu olarak ele almaktadır.

 Davranışlar öğrenilme, modelleme ve taklit yoluyla elde edilen ve tekrarlanmaları oranında da refleks haline gelen özelliklerimizdir. Toplum içerisinde normal bir şekilde varlığımızı sürdürmeye yarayan davranışlarımız, bizim toplum ile bir uyum içerisinde var olmamızı temin eder. Bazı davranışlarımız, rahatsızlık verici ve huzursuz edicidir. Bu tip davranışlar bireyin bireysel mutluluğunu engelleyen, ailede ciddi sıkıntılara neden olan ve toplum içerisinde varoluşunu gerçekleştirmesini engelleyecek şekilde de ortaya çıkabilir ki, bu durumda bir rahatsızlıktan, bozukluktan veya hastalıktan söz edilebilir. İşte bu durumda bireyin mutluluğunu engelleyen veya toplum içinde sıkıntı yaratan davranışlar terapinin konusu haline gelir ve tedavi edilmesi gerekir.


 Kişiyi rahatsız eden bu davranışların nasıl tedavi edileceğine dair davranışçı bir takım tedavi teknikleri geliştirilmiştir. Davranışçı tedavi teknikleri bireyin yanlış ve hatalı olan davranışlarını düzeltmeyi amaçlar. Bunu sağlayabilmek için de bir davranışın nasıl oluştuğunu izah etmek durumundadır.

 Davranışçı teorisyenlere göre, bir davranış ya aile içerisinde modellenen taklit ve öğrenme ya da toplumsal yapı içerisinde sosyal bir öğrenme şeklinde tezahür eder. Birçok davranışımız, deneme-yanılma yoluyla elde edilmiş davranış şeklidir. Birçoğu da sorgulanmadan, deneme-yanılmaya tabi tutulmadan diğer bireyleri gözlemleyerek edinilmiş davranış kalıplarıdır. Davranışların oluşumu, dıştan bakıldığında basit, açık ve net olarak gözükebilir. Davranışların içeriğine girdiğimizde ise oluşum süreçlerinin o kadar da basit olmadığını görmekteyiz. İlk etapta davranışlar anne-babamızdan öğrendiğimiz, modellediğimiz şekliyle var olurlar. Daha sonra bireysel uygulamalarla deneme–yanılma yöntemleriyle hangi davranışların bize haz verdiği ve hangilerinin sıkıntı yarattığını ayrıştırırız. Haz veren davranışlarımız pekişerek refleks halini alırken, sıkıntı veren davranışlardan kaçınır ve kaçınmaya da devam ederiz.


 Davranışlarımızı temelde iki kategoride ele alabiliriz: Yapılanlar veya yapılmayanlar, ya da, savaşılıp üzerine gidilenler veya kaçınılanlar. Bir başka deyişle, yapıldığında haz veren davranışlar ve yapıldığında sıkıntı veren davranışlar. Belirli ortam, zaman ve mekânda duruma göre yapılması veya yapılmaması tercih edilen davranışlar da mevcuttur. Bunlara da durumsal davranış demek uygundur. Bu bağlamda davranışların bizim konumuz olabilmesi için içinde bir patoloji içermesi ve kişinin bundan muzdarip olması gerekmektedir. Psikiyatrik olarak herhangi bir klinik tabloya baktığımızda kişinin dıştan görünüşüne göre jest, mimik ve hareketlerinin yapılanması bizi birey hakkında bir kanaate ulaştırabilir. Kişinin jest, mimik ve hareketleri ve hatta konuşması bir mutluluk tablosu çizebildiği gibi bir mutsuzluk tablosu da çizebilir.

 Psikiyatrik bir şikâyet nedeniyle bize müracaat eden hastamızın tedavisinde, davranışçı bir ekole mensup bir hekim gibi bir yaklaşım sergileyeceksek bütün klinik tabloyu bu bağlamda ele almamız gerekir. Buna göre, duygu durum bozuklukları, anksiyete bozuklukları, somataform bozukluklar, yeme bozuklukları, cinsel işlev bozuklukları, cinsel sapmalar ve kişilik bozuklukları da aynı perspektifte değerlendirilerek ele alınır. Bu klinik tabloları yaratan temel mekanizmanın, kişinin bireysel deneme-yanılma yöntemleri veya sosyal öğrenmeleri sonucunda hatalı öğrenmelerle ortaya çıktığını iddia edilir. Bütün bu klinik tablolarda birey bir yerlerde hata yapmış veya sosyal öğrenmede çarpık öğrenme nedeniyle hatalı süreçleri pekiştirerek getirmiştir. Her tekrarlanan eylem de pekişerek devam etmiştir. Bu durumda hatalı davranışlar meydana gelmiş, bu da klinik bir tabloya neden olmuştur. Hekimin görevi, klinik tabloya egemen olan bu pekişmiş ve öğrenilmiş hatalı davranışları tespit ederek bunları değiştirmeye çalışmaktır.


 Davranışlar, sadece çıplak öğrenilmiş süreçler olmayıp çeşitli ortam ve nesnelerle ilişkilendirilmiş koşullu uyaranları barındıran bir zincirin halkaları şeklinde de ortaya çıkabilir. Görünüşte çok mantıksız ve anlamsız gelen bir takım davranış örüntülerinin geri planında, bu tip bir koşullanmanın olduğu tespit edilmiştir. Pavlov’un hayvanlar üzerinde yaptığı koşullu refleks oluşturma mekanizmalarıyla başlayan davranışçı bilimsel araştırmalar bugün insanın birçok davranışının, farkında olarak veya olamayarak, bu tip koşullu şartlanmalardan oluştuğunu bize göstermektedir. Anksiyete bozukluklarının, yeme bozukluklarının, cinsel işlev bozukluklarının birçoğunda bu tip koşullu şartlanmaların varlığı ispat edilmiştir. Bebek iken beyaz bir tavşanla korkutulan ve tavşana her yaklaştığında gürültülü ses ile uyarılan bir bebek sonraki dönemlerde takip edildiğinde beyaz tavşanlardan hep korktuğu gibi beyaz tavşanı simgeleyen beyaz sakallı yaşlılardan da korkmuş ve kaçınma davranışı sergilemiştir.

 Ölümcül bir trafik kazasından kurtulan birisi, daha sonra taşıtlara binmemek gibi kaçınma davranışı oluşturabilir. Gittiği herhangi bir mekândan bir enfeksiyon kapan birisi, daha sonraki dönemlerde enfeksiyon riskini azaltmak için aşırı temizliğe yönelebilir. Bunlar, koşullu uyarılara bağlı gelişmiş olan bir takım refleks kalıplarıdır. Kişi oluşturmuş olduğu bu tip davranışlarından şikâyetçi olarak hekime başvurduğu takdirde davranışçı tedavi teknikleriyle iyileştirilebilir. Klinik çalışmalarımızda bize müracaat eden hastalarımızda problemin kaynağında koşullu veya koşulsuz şartlanma olduğunu düşündüğümüz hastalarımızın tedavilerinde davranışçı tedavi stratejilerini uygulamaktayız.


 Davranışçı tedavi yaklaşımları davranışı düzeltmeyi amaçlar. Davranışın oluşumunu belirleyen zihinsel süreçler, dinamik çatışmalar ve/veya varoluşsal kaygılar davranışçı tedavi ilkeleri açısından dışlanır. Özellikle Rus fizyologlar tarafından insanın zihinsel yapısını açıklamaya yönelik olarak yapılan çalışmalarda davranışsal süreçler temel süreçler olarak alınmıştır. Rus bilim adamları insanın beynindeki zihinsel süreçleri, iki temel gücün karşılıklı savaşı olarak izah etmeye çalışmışlardır ki bu savaş, hedefe yönelik aktive edici güçler ile onu engelleyen ketleyici güçler arasındaki bir savaştır. Refleksler hem aktive etme hem de ketleme anlamında beyinde oluşturulmuş zihinsel ve nöronal şablonlardır. Davranışlar da bu bağlamda zihinsel ve nöronal şablonlardan ibarettir. İnsan şartlanmış reflekslerden oluşan bir mekanizma gibidir. Bu şartlı reflekslerin oluşabilmesi için uyarıcı etki beyinde refleks merkezine ulaşması ve uyarıcıya bağlı tepkinin meydana gelmesi gerekir. Bu bir refleks arkıdır. Uyarıcı etki etraftaki birçok nesne ile ilişkilendirilerek ikili, üçlü ve daha çoklu koşullu refleks zincirleri meydana getirilebilir. Bu şekilde bir uyarıcıyı başlatan etken ile sonuç arasında direkt bir ilişki varken zamanla koşullu uyarılara bağlı, uyarıcı etkiyi oluşturan etkenin yanında onunla ilintilendirilen her türlü nesne (eşya, ses, renk, görüntü, zamansal kesit, duygulanım vs.) bu şekilde koşullu bir uyaran haline dönüşebilmektedir.

 Görünürde hiç bir alakasının olmadığı düşünülen bir koşullu uyarıcı etki, alakasız bir sonuç doğurabilmektedir. Ancak tablo incelendiğinde şartsız uyaranın yanında onunla eşleşmiş şartlı uyaranlar zincirini bulmak mümkündür. Beynimizdeki milyarlarca uyarıcı etkinin belirli bir ahenk içerisinde ‘hazza ulaşmak ve elemden kaçmak’ temel prensibi perspektifinde bir yapılandırma süreci içerisinde olduğunu görmekteyiz. Bizi hazza ulaştıran refleks arkları pekişerek kalıcılığını sürdürmekte; bize elem ve sıkıntı veren refleks arkları ve bunlarla ilintili şartlı uyaranlar negatif refleksler doğurduğu için bunlardan kaçınma davranışları sergilemekteyiz. Normal bir insanın davranışlarına baktığımızda davranışlarını aşağıda sunduğumuz gibi bir tablo halinde görmek mümkündür.


 Bir eyleme yönelirken yapılması gereken nötr davranışlar: Yürümek, konuşmak, bakmak, araç kullanmak vs.
 Yapıldığında haz veren davranışlar: Cinsellik, okumak, yazmak, seyretmek, müzik dinlemek vs.
 Yapıldığında sıkıntı veren davranışlar: Devamlı çalışmak vs.
 Yapmaktan kaçınarak haz aldığımız davranışlar: İşe gitmemek, sorumluluk altına girmemek.
 Kaçınarak sıkıntı duyulan davranışlar: Sınava girmemek.
 Yapıldığında hem haz hem elem veren davranışlar.
 Kaçınıldığında hem haz hem elem veren davranışlar.
 Hastaya haz verdiği halde patolojik diye tanımlanan davranışlar
 Hastaya elem verdiği halde normal olan davranışlar.

 Psikoterapi amacıyla bize başvuran hastalarımızda davranışçı bir tedavi yönteminin uygulanmasının uygun olacağını düşündüğümüzde bireyin davranışlarını incelememiz ve bu durumda yukarıdaki tabloyu göz önüne almamız gerekir. Bireyin olgun ve normal davranışları terapistin ilgi odağı değildir. Burada bireyi rahatsız eden ve/veya klinik açıdan patolojik olduğu bilinen davranışların düzeltilmesi hedeflenir. Bunun da ötesinde bireyin tüm davranışları normallik içerebilmekte ancak birey davranışlarını geliştirmek ve daha kaliteli bir yaşama ulaşmak istemektedir. Bu amaçla da bireye yardım edilebilir. Klinik tablolarda yukarıda bahsetmiş olduğumuz davranış kalıplarının biri veya birkaçı süreçte bulunabilir. Bu durumda tedavi programı da ona göre uygulanmalıdır. Normal haz verici davranışların üzerine bina edilecek pekiştirici süreçler elem ve sıkıntı veren yanlış davranışları nötralize etmek için kullanılabilir.


 Davranışı dikkate alarak insana yaklaştığımızda mekanik bir yapıya yaklaşır gibi olmaktayız. Bu da insana yabancılaşmak gibi bir sonuç doğurabilmektedir. Ancak bize rahatsızlık veren bazı davranışlarımızın kaynağında o kadar basit koşullu şartlanmalar vardır ki sadece davranışçı tedavi yaklaşımlarıyla bunlar kolaylıkla çözülebilmektedir. Örneğin hastalıklı bir dönemde zoraki yemek yedirilmeye çalışılan bir çocuk, bulantı ve kusma şikâyetleri nedeniyle tüm yemeklere karşı bir tepkisel refleks oluşturabilir. Buna bağlı olarak birçok gıdayı yiyemeyen, onları yemeye yöneldiğinde bulantı ve kusma refleksi geliştiren bir hastada davranışçı tedavi teknikleri işe yarayabilir. Yine ilk cinsel deneyiminde kötü şartlarda aşağılanmış ve onuru zedelenmiş ve başarısız olmuş bir bireye davranışçı tekniklerle yardım edilebilir. Aşağıda bu tedavi tekniklerinin nasıl uygulandığını ve hangi klinik tablolarda etkin olarak uygulanabileceğini anlatmaya çalışacağım.
werther
Mesajlar: 280
Kayıt: 07 Tem 2006, 18:58

BİLİŞSEL PSİKOTERAPİ

Mesaj gönderen werther »

BİLİŞSEL PSİKOTERAPİ

Genel Bilgi
 “Akıl bir gemi, fikir onun yelkeni, kullanabilirsen kendini, yoksa el kullanır seni” vecizesini küçüklüğümde büyüklerimden sık sık dinlemişimdir. Henüz soyut düşünceye geçmediğim, somut düşünce aşamasında söylenen bu sözleri somut bağlamında algılar ve anlardım. Denizde yüzen bir gemim olduğunu ve bu geminin fikir denen yelkenleri bulunduğu ve bu gemime ben sahip çıkmazsam başkalarının alıp göteceğini düşünürdüm. Bu vecizede akıl kelimesi geleneksel anlamda akletmek, doğruyu tercih etmek, bireyin kendisine yararlı olacak olana yönelmesi ve akl-ı selim davranma bağlamında kullanılmıştı. Fikir ise eskilerin tefekkür, yenilerin düşünce ismini verdiği bilgi işleme sürecidir. İnsanların hepsi düşünürler ve tefekkür ederler. Düşünebilmek için beynimizin alt yapısının buna uygun olması gerekir. Düşünme, alternatifler arasında kıyas yapabilme, farkında olabilme, fikir ileri sürebilme ve sonuca ulaştırabilme yetisidir. Düşünülen şeyin bireyin veya toplumun yararına mı, zararına mı olduğu konusu ahlaki bir konudur ve kültürel normlarla belirlenir. Düşünmek ise beynin bir fonksiyonudur.

 Düşünce, primitif halden olgun hale doğru bir gelişim çizgisi gösterir. Bebek, düşünmeden uzak bir yapıyı simgelerken olgunlaşmış yaşlı bir fert, düşünmenin en üst düzeyini simgeler. Düşünceyi, bu bağlamda ele aldığımızda dikey ve yatay iki eksendeki gelişiminden bahsedebiliriz. Dikey manada gelişim, yaşla beraber içeriğin zenginleşmesi, gerçek manada düşünce süreçlerinin oluşmasını içerirken; bireyin nesne ile olan ilişkilerinin zenginliğinden elde edilen yatay anlamdaki gelişme çepersel bir büyümedir. Büyüme ve gelişmenin senkronize bir şekilde ortaya çıkması üretkenliği, belki de sıçramalar oluşturan dehayı yaratan ana kombinasyondur. Düşünce her ne kadar beynin bir fonksiyonu ise de yalnız başına tanımlanamaz. Düşünceyi tanımlayabilmek için onu meydana getiren parçaları ayrı ayrı tanımlamak gerekir. Düşünce bu parçaların hepsinin aktif katılımı ile senkronize olmuş bir bütüncül çalışma sonucunda ortaya çıkabilir.


 Düşüncenin oluşabilmesi için şu alt kompartımanların bulunması gerekir: Dikkat ve odaklanma yetisi, konsantre olabilme kabiliyeti, irade, üçlü hafıza kaydının çalışması, hafıza kaydından geri çağırabilme yetisi, olaylar arasındaki bağlantı kurma yetisi olarak zekâ, algılama organlarının işlevselliği, kavrama ve algının entegrasyonu.

 Burada bahsettiğimiz düşünceyi oluşturan bu yapıları ayrı ayrı anlamadan ve idrak etmeden düşüncenin nasıl oluştuğunu biyolojik anlamda kavramak mümkün değildir. Biyolojik manada beynin bu fonksiyonel yetilerinin nasıl çalıştığı ile ilgili bilgileri kitabımızın başında belirtmiştik. Burada bunların detayına girmeden bunların psişik dinamikler, öğrenme süreçleri ve akletme çerçevesinde nasıl bir süreçten geçtiğini, nasıl bir sonuca ulaştığını ve hangi düşünce sistematiğinin uygulandığını inceleyeceğiz.


 Düşünce bir süreç iken, düşündüğünü idrak edip düşünceyi iradi dikkatle belirli bir alana yönlendirme, odaklanabilme ve sonuca ulaştırabilme yetisi ise bir bilinç ve şuurluluk halidir. Bilinç birçok bileşenin bir araya gelmesi sonucunda düşünce fonksiyonunun belirli bir soyut veya somut nesneye yöneltilebilme yetisidir. Bilinçli olmak, idrak etmek, farkında olmak ve üzerinde düşünmek, insanı insan yapan temel ve karmaşık fonksiyondur. Düşünce süreçlerinin tamamen normal çalıştığını kabul edersek, kişinin iradesiyle neyi düşüneceğine ve nasıl düşüneceğine dair bir yapılandırma karşımıza çıkmaktadır. Burada iş karmaşık bir hal almaktadır. Ancak biz bu karmaşık yapıyı mümkün olduğu kadar ayrıştırmaya ve netleştirmeye gayret edeceğiz. Düşünce süreçlerinin hangi etkiler altında hangi yollara yöneldiğinin matematiksel kurgusunu ortaya koyabilir ve bunu anlayabilirsek bir takım düşünsel kaynaklı rahatsızlıkların tedavisinde neler yapabileceğimizi daha iyi kavramış olacağız.

 Bilinç anlıktır ve tek bir şeye odaklanabilir. Bu bilincin temel açmazıdır. Geniş olarak farkındalık düzeyimizin yüksekliği bilinç ile alakalı değildir. Bilinç, sahayı tarayan bir projektör gibi geçtiği alanlara geçici ve anlık ışık tutar. Projektörü yönlendiren arka yapıdaki karmaşa ve üst idrak seviyesi; projektörün zaman zaman nerede ne kadar duracağını ayarlayan, bilinçle karşılıklı etkileşim içerisinde fonksiyon sürdüren bir yapıdır. Çevrenizdeki herhangi bir şeye odaklandığınızda iradi dikkatinizle o nesne üzerinde düşünce sahibi olursunuz ve bilincin farkındalığı o nesne ile ilintilidir. Zihinde aktif olarak var olan ise o nesnedir. Ancak o nesne etrafında oluşturulan tüm dış dünya, daha önce oluşturulan nesne tasarımlarının hafıza kayıtlarında olduğu gibi kullanılır. Eğer kişi bir odada bir vazoya odaklanmış, vazonun üzerindeki figürleri inceliyorsa, düşüncesi, dikkati ve farkındalığı vazo üzerindedir. Yan tarafında koltuk üzerinde bulunan bir nesnenin oradan düşmesi, uçması veya alınması fark edilmiyorsa, kişi iç dünyasında vazo dışındaki diğer nesnelerin aynılığını ve devamlılığını idrak içerisinde düşünce sürecine devam edecektir. İlginçtir ki bir düşünceye odaklanırken, üzerinde odaklandığımız düşüncenin önem derecesine göre dikkat ve konsantrasyon ortaya çıkar. Önem derecesini ise kişinin kimlik ve kişilik özellikleri belirler. Bu da değişken ve dinamik bir süreçle ortaya çıkar.

 Bireysel gelişmemizde belirli bir alandaki nesne veya objelere aşırı bir ehemmiyet vermiş isek, onlara karşı yoğunlaşma o derecede yüksek olacaktır. Bu çok önemlidir, çünkü değişmezliğini kabul ettiğimiz içteki nesne tasarımlarının hafıza kayıtlarında bulunması gibi konsantre olduğumuz nesnenin dışındaki dünyanın aynılığını ve sürekliliğini hep muhafaza ederiz. Ancak civardan bize ulaşan beş duyumuz ile zihnimize intikal eden milyonlarca uyaran, bu konsantrasyonu, idraki ve teğetsel bilinci engelleyemez. Ne zaman ki içteki önem derecesine göre bu gelen bu milyonlarca uyarıdan herhangi birisi özel bir anlam içeriyorsa, yani önem olarak eşik değerin üzerine çıkıyorsa, teğetsel bilinç ilgilendiği olaya değil arka planda duran diğer olaya yönelir. Çünkü o, eşik değeri geçmiş olan ve kendi üzerine dikkatin çekilmesini isteyen diğer bir nesnedir. Birey o nesneye yöneldiğinde vazo örneğindeki gibi vazo arka planda kalır. Diyelim ki vazo ile ilgilenip vazo üzerindeki motifleri incelerken civardan geçen bir sivrisineği ya da içerde ağlayan çocuğu fark edemeyebiliriz. Ancak sivrisineğin ve bebek ağlamasının bizce önem derecesi yüksek ise, vazoya olan ilgi ve odaklanmamız sivrisineğe veya bebeğin ağlamasına yönelebilir. Burada bilinç diğer bir alana kaymıştır. Vazo ve bebek dışındaki tüm dünya daha önce algıladığımız içsel tasarımlarımızın iç dünyamızdaki sürekliliğinden başka bir şey değildir. Fakrında olduğumuz şey vazo üzerindeki anlık teğetsel odaklanmalar veya bebeğin anlık ağlama dilimleridir.

 Burada sanki bilinç zamanın en küçük birimi ile var olmakta, onun dışında hemen yok olmaktadır. Bilincin sürekli varlığını devam ettirdiğini sandığımız şey ise hafıza kayıtlarındaki nesne tasarımlarının sürekliliğini muhafaza etmesi duyumudur. Bizi ilgilendiren konu, önem derecelerinin nasıl oluştuğu, önceliğin neye göre verildiği, önem derecesi olarak ehemmiyet verilen algının pozitif mi negatif mi olduğu hakkındaki yorumlama ve ondan kıyas yoluyla yapılan çıkarımdır. Bu kısmı aşağıda detaylı olarak işleyeceğiz.


 Anlık teğetsel bilinç fonksiyonları ile hayatı idame ettirmek ve her an yeni bir varoluşu gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu insanda kaos oluşturur. Bunu ortadan kaldırabilmek için insanlar mükerrer defalar yaşadıkları bilinçlenmelerle ve nesne ile ilişkilerindeki bir takım temel kabullerle sürekliliğe ulaşırlar. Bu temel kabuller artık sorgulanmadan kullanılan otomatik kalıplar halini alır. Bunlar artık öğrenilmiş, otomatik kullanılan ve üzerinde düşünülmeyen hayatı kolaylaştırıcı şemalardır.

 Temel soru bireyin vazoya mı yoksa sineğe mi odaklanacağı ve vazoya odaklandığında, sivrisineği niçin fark ediyor ya da etmiyor oluşudur. Yine vazoya odaklandığında bundan mutluluk mu doyuyor yoksa sıkıntı mı, vazoya odaklandığında etrafındaki diğer nesnelerin mutluluk veren taraflarına mı odaklanıyor yoksa sıkıntı veren taraflarına mı; etrafındaki nesnelerin kendisine haz ve mutluluk verenlerine mi yoksa sıkıntı verenlerine mi ehemmiyet veriyor olduğudur. Ayrıca konu dönüp dolaşıp çocuğun ruhsal kimliğinin oluşumuna gelmektedir. Kaotik nesne ilişkilerinden kurtulmak isteyen ve her an yeniden var olmak yerine nesne tasarımları sayesinde varlığını ve sürekliliğini aynıyla devam ettiren çocuğun bunlar için birçok aşamadan geçmesi gerekiyor. Konuyla ilgili detaylı bilgileri insanın gelişim evrelerinde anlatmıştık.


 Çocuk ebeveynin veya bakıcıların nesne ile ilişki şeklini modeller. Bir ev içerisindeki nesnelerin önemlilik derecesi aile tarafından sanki zımnen kodlanmaktadır. Sehpa üzerindeki kristal vazonun önemliliği ile kül tablasının önemliliği aynı kategoride değildir. Ebeveyn kristal vazoya yaklaşırken jest, mimik ve hareketleriyle pahalı ve önemli bir şeye dokunduğunu zımnen çocuğa göstermektedir. Aynı ilişkiyi kül tablasıyla ortaya koyarken basit bir şekilde kül tablasının önem derecesinin azaldığı görülmektedir. Çocuk kül tablasına uzanıp almaya çalışırken, ailenin yüzündeki tedirginlik ile baba yadigârı kristal vazoyu almaya çalışırken ailenin yüzünde beliren tedirginlik farklı farklıdır. Bu durum ayrı ayrı kodlanmış önemlilik derecesinin farklılığını gösteren bir yapılandırma sürecidir. Biz her ne kadar burada sadece bir vazo ve kül tabağı üzerinden bu örneği göstermiş olsak da bütün sosyal ilişkilerin ikili, üçlü ve tüm nesne ilişkilerinin ehemmiyet derecesi aynı şekilde ruhumuza kodlanmaktadır. Bu kodlanmış sistemi aynen kopya ettiğimizde nesne ile ilişkiler kaotik olmaktan kurtulacak, matematiksel bir sürekliliğe ve geçerliliğe sahip olacaktır. Bebeklik dönemindeki bu kodlama kişiliğin ana temel kabullerini oluşturacaktır. Artık bunların üzerinde düşünmek, fikir yürütmek, yordamda bulunmak ve yeni bir sonuç çıkarmaya gerek yoktur.

 Çocuğun modellediği ebeveynin nesne ile ilişkileri sağlıklı ve normal ise çocuğun geliştireceği kişilik örüntüsü o oranda normal olacaktır. Bu temel kabuller üzerine çocuk eşya ile ilişkilerinde bir takım tecrübî bilgiler ve beceriler elde edecektir. Zamansal süreç içerisindeki nesne ile ilişkilerde bu tecrübeler bireye haz duyumu oluşturduğu müddetçe kalıcılığını sürdürürken nesne ile ilişkide sıkıntı ve acı duyulması aynı şekilde o ilişkinin bu bağlamda kodlanması sonucunu doğuracaktır. Önem derecesinin birinci ayağında; anne-babanın önem derecesinin bebeğin ruhuna kopyalanması söz konusu iken ehemmiyet derecesinin ikinci ayağında; çocuğun gelişim evrelerinde nesne ilişkilerinde yaşadığı haz ve elemin şiddet derecesine göre yeni bir kategorizasyon yapılacaktır. Bu kategorizasyona göre de daha sonraki nesne ilişkilerinde ön yargılı olarak yaklaşılarak sonucun o yönde olacağı ihtimali önkabulünden dolayı ya olayı peşinen negatif olarak kabul edilecek ya da acı duymamak için o nesne ile baştan hiçbir ilişkiye girmeyerek ondan kaçınılacaktır.


 Bunlar fonksiyonel olmayan davranışlardır. Temel arkaplan öğretileri üzerindeki bir katmanda yer alırlar. Yine bunlar önyargılar, tutumlar ve tabulardır. Birey, yaşamını ve yaşam alanını temelde anne-babadan aldığı temel kabuller çerçevesinde, kendi tecrübeleriyle oluşturduğu fonksiyonel olmayan kabulleriyle birleştirerek yeni bir alan seçer. Bu alan içerisinde yaşamını ve nesne ilişkilerini sürdürür. Bunların devamlılığı kişinin varoluşunu devam ettirir. Ancak bu varoluş bazı bireylerde mutluluk ve keyif halini alırken, bazılarında sıkıntı, bunaltı ve çaresizlik meydana getirir. Temel kabulleri ve ana şemaları sorgulama ve değiştirme imkânı olmadığından yeni olaylarla karşılaştığında otomatik düşünce kalıpları aktive olarak arka plandaki ana yapının işlerliğini devam ettirmeye çalışırlar. Bu da kişinin hayat içerisindeki varlığını sürdürmesine neden olur ve de hiçlik ile yokluk karşısında alınması gereken en önemli tedbirdir. Ancak bireyin ebeveynden aldığı temel kabulleri, tecrübesiyle elde ettiği yargıları ve bunlara bağlı yeni nesne ilişkilerinde otomatik düşünce aktivasyonu bireyi bir sonuca götürür. Bu sonuç sağlıklı bir zeminde gelişmiş ise birey mutlu ve huzurludur. Bu zincirin halkaları patolojik bir yapılandırma şeklinde oluşmuş ise birey mutsuz huzursuz ve sıkıntılıdır. Bizim görevimiz patolojik bir süreç işleyerek oluşturulmuş olan bu bilişsel yapılanmanın hatalı tarafını bularak bu kısımları daha sağlıklı yapılarla donatıp değiştirmeye çalışmaktır. Bu durumda karşımıza savaşılması gereken üç bilişsel katman çıkar:

 Birinci katmanda temel kabuller yer almakta ve burada biyolojik öğrenmenin ilk nöronal yollarının meydana geldiği veya bilinçdışı kişilik örgütlenmelerinin dinamik süreçleri bulunmaktadır. İkinci katman ise kişinin olaylar ve nesneler karşısında önyargılı bir şekilde iletişim sistemini oluşturan katmandır. Üçüncü katmanda ise alt katmanın geçerliğini temin edecek otomatik olumsuz düşünceler veya savunma düzenekleri yer alır. Olumsuz otomatik düşünceler göreceli olarak daha kolay düzeltilip olumluları ile ikame edilebilirken, afonksiyonel şemalar ve temel kabullerin değiştirilmesi daha zor ve daha uzun süreli derinliğine çalışmayı gerektirirler.
werther
Mesajlar: 280
Kayıt: 07 Tem 2006, 18:58

VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ

Mesaj gönderen werther »

VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ


 Varoluşçuluk son yüzyılımızda felsefî bir akım olarak kendini ortaya koydu. Ekzistansiyalist felsefe bir anlam arayışından yola çıktı. İnsanın, kendini ve maddeyi sorgulaması sonucunda karşılaştığı açmazları anlamaya çalıştı. Varoluşçu felsefenin oluşmasına tek bir filozofun katkısı yoktur. Birçok filozof varoluşçu felsefî akımın gelişmesinde rol almışlarıdır. Kirkegaard, Heidegger, Sartre, Neitsche gibi filozoflar bu akımın öncülerinden kabul edilir. Varoluşçu felsefeyi bir bağlamda değerlendirmek, tanımlamak oldukça zordur. Herhangi bir filozof da ortaya çıkarak ‘ben varoluşçuluğun temsilcisiyim’ iddiasında değildir. Özellikle Sartre’ın etkisiyle toplumsal hayata açılan varoluşçu felsefe birçok alanda etkiler yaratmıştır. İnsanı izah etmeye çalışan ve insanın sorunlarına yaklaşım getiren varoluşçu felsefe elbette ki psikoloji içinde de temsilcilerini bulacaktır. Varoluşçuluk bu manada insanın zihinsel yapısının ve dünyayı algılama şeklinin bir başka izah tarzıdır. Psikoloji ve psikiyatride varoluşçuluğun çok etkin bir takım sonuçlarını görmekteyiz.

 Psiko-terapötik yaklaşımlar insanın sorunlarına katman katman çözüm bulmaya çalışmaktadır. Davranışçı, Kognitif, Dinamik ekoller bu sorunları çözme iddiasında bulunan psiko-terapötik ekollerdir. Ancak klinik uygulamalarda bu terapötik yaklaşımların tıkandığı, çözüme ulaşamayan ve yolların bittiği yerler ve zaman dilimleri mevcuttur. İşte bu aşamada varoluşçuluk akımı psikiyatriye ve psikoterapiye yeni bir nefes aldırmış, yeni bir açılım sağlamıştır. Psikiyatrik klinik tabloların ekseriyetinde karşılaştığımız temel sorun anksiyete ve korkudur. Anksiyete yani bunaltı, iç daralması bir sinyal niteliğindedir. Normalde reel hayatın uzantıları, bir tehlike arz ediyorsa birey bunaltı içine girer. Bir yakının kaybı, ekonomik felaketler, yaşanılan bir takım ağır travmalar, reel olarak bireyde bunaltı doğurur. Gerçek bir olaya karşı kişinin hissettiği bunaltı normaldir, olması gerekir. Çünkü bir sinyal niteliğinde olan bu bunaltı sayesinde birey bir takım koruyucu tedbirler alır. Bu tedbirler sayesinde de canlığını ve pozisyonunu korur. Aksi takdirde hayatın gerçek yüzü onu saf dışı bırakabilir. Fakat bazı bunaltılar vardır ki bunlar, kaynağına indiğiniz de ya davranışsal bir öğrenme ya bilişsel bir çarpıtma ya da dinamik bir alt yapıya dayanmaktadır. Ancak bazı bunaltılar davranışçı bilişsel ve dinamik yaklaşım tarzlarıyla izah edilememektedir. Zaman zaman klinik uygulamalarımızda bu tip tablolar karşımıza gelebilmektedir.

 Bazı klinisyenler kendilerini varoluşçu psikoterapist olarak isimlendirmektedirler. Bunların başında psikanalist okulundan yetişmiş Irving Yalom gelmektedir. Psikoterapi geleneğinde Irving Yalom varoluşçu psikoterapinin temsilcisi gibi kabul edilmektedir.


 Yalom geniş klinik tecrübelerinden yola çıkarak kendini bir psikanalitik yaklaşımla sorgulamış, sonuçta varoluşçu psikoterapi anlayışında karar kılmıştır. Varoluşçulara göre insanın psikolojik rahatsızlıklarının temelinde, özünde varoluşçu bir takım etmenler bulunmaktadır. Tabloların karmaşıklığı, kompleksliği veya kaotik olması insanı yanıltmamalıdır. İnsanlar birbirlerinin aynısıdırlar. İnsan, elinde olmadan bu dünyada var olmuş bir yaratıktır. Varlığını fark edebilen tek yaratıktır. Varlığını fark etmeyle beraber varlığının neden ve niçinlerini sorgulamak durumundadır. Bu durum, insanın varlığına anlam arama sürecidir. Varlığa anlam aramak doğuştan gelen bir ihtiyaçtır. Kendini sorgulayan insan, sorgulamanın sonucunda bir takım açmazlara düşmektedir. Bu açmazlarla karşılaşan birey büyük bir bunaltı, sıkıntı ve korku hissetmektedir. Hissettiği bu derin bunaltı halini tekrardan anlamlandırma ihtiyacı duymakta ve bundan da bir takım klinik tablolar ortaya çıkmaktadır. Her birey varoluşuna anlam arayışıyla birlikte sorgulamaları sonucunda bir takım sorulara ve sonuçlara ulaşmaktadır. Cevabını bulamadığı temel birkaç soru vardır. Bu soruların cevapsızlığı ve çözümsüzlüğü insanı yalancı bir dünyaya mahkûm bırakmaktadır. İnsan oyun içinde oyun oynamakta ve kendi kendini kandırmaktadır. Varoluşuna anlam arayan insanın cevaplamaya çalıştığı temel beş soru şöyle sıralanabilir:

 Hayatın anlamı nedir?
 Geleceği bilmek ve belirlemek mümkün müdür?
 Ölümden başka bir hakikat var mıdır?
 Kaderimizin sorumluluğu kime aittir.
 Hayatta yalnız mıyız?
 Bu sorular, özünde çok büyük hakikatleri barındıran, insanı açmaza düşüren sorulardır. İnsanın varlığı ve gizemi bu soruların içeriğinde yatmaktadır. Bu soruları tek tek ele alıp varoluşçu psikoterapi bağlamında bunların ne anlama geldiğini yorumlamaya çalışacağım.

o Hayatın Anlamı Nedir?
 Herhangi bir insan başka birine hayatın anlamını sorduğunda yüzlerce cevap alır: Hayat çok anlamlıdır, yapılacak çok iş vardır, hayat amaçlar ve hedeflerle doludur. O kadar büyük amaçlar ve hedefler vardır ki bunları bir ömre sığdırmak mümkün değildir. Her insanın hayat hikâyesini ayrı ayrı alıp incelediğimizde hayata anlam yüklemelerinin çok farklı olduğunu görürüz. Herkes kendi anlamını kurgulamakta, o anlamın peşine koşmaktadır. Her bir dakikanın, her bir saatin, her bir günün, her bir haftanın, her bir ayın, her bir yılın ayrı hedefleri ve anlamları vardır. Ölesiye uğrunda mücadele edilen amaçlar gerçekleştiğinde, hedefler geride kaldığında, geriye dönüp bakıldığında ilginç hisler yaşanır. Uğruna büyük mücadeleler verilerek elde edilen amaçların daha sonraki dönemlerde çok gülünç durduğu fark edilir. İnsanoğlu geriye doğru bakıp bebekliğinin, çocukluğunun, oyun çağının, okul hayatının, meslek hayatının her bir evresinden amaçladığı hedeflerini zihnen irdeleyebilir. Hepsine tatlı bir gülümseme ile bakar. “Ne kadar da çok önemsemişti! Ne de büyük anlam yüklemişti. Ama onların hepsi boş ve hayalden ibaretmiş, anlam yüklenecek şeyler değilmiş…” Esas anlam şu an önüne hedef olarak koyduğu şeydir. Ancak ne kadar ilginçtir ki tekrar tekrar yaşadığı hatayı yine tekrarlamaktadır. Şu anda çok önemsediği, büyük anlam yüklediği amaçlar da bir müddet sonra geçmişin çöplüğüne atılacak ve daha sonraki yıllar gülünecek hatta alay edilecektir. İnsanoğlu bu kısır döngüyü görmekten acizdir. Daha doğrusu bu kısır döngüyü görmek insanoğlunun işine gelmez.

 Buradan nasıl bir sonuç çıkarabiliriz. Detaylı bir şekilde incelendiğinde hayatın, özünde hiç bir anlam taşımadığı gerçeği suratımıza şamar gibi vurulur. Hedef ve amaçlarımız ne kadar büyük, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal olursa olsun insan, özündeki anlamsızlığı kapatmak için alınmış geçici tedbirlerden ibarettir. İnsan kendi varlığını sorgularken bu anlamsızlığı kısmen hissedebilir. Bu anlamsızlığı kısmen hisseden veya anlamsızlığın duygusal olarak yakınlarında dolaşan bir birey müthiş bir bunaltı içine düşer; çünkü hedeflerin veya amaçların hiçbir anlamı kalmamıştır. Anlamsız olan bir yaşamı devam ettirmenin ne anlamı vardır? Bu anlamsızlık insanda daha da büyük bir bunaltının oluşumuna neden olur. Kişi bu bunaltıyı hissettiğinde ego düzenekleri sayesinde bunaltının kaynağına inmek yerine farklı bir yerde anlam arar. İşte bu anlam arayışları klinik tablolar olarak karşımıza gelir. Hiçbir birey filozofik bir manada, Sokratik bir yaklaşımla sorgulama yaparak varoluşçuluğu irdelemez. Hayatın anlamını bu manada sorgulayanlar ancak filozoflardır. Ancak bazı bireyler sezgisel yolla, yaşadığı hadiselerin sebep-sonuç ilişkisindeki bağlantılarla bu anlamsızlığı derinden derine hissederler. Özellikle yaşamında anlam yüklediği amaçlara ulaşmış, yeni bir hedef geliştirme konusunda kısır kalmış bireylerde anlamsızlık hissi yoğundur. İşte bu durumda bunaltı çok fazladır.

 Ekonomide arz-talep ilişkisinde piyasanın doygunluğunu belirten bir doyum noktası yani ‘işba’ noktası vardır. Doyum noktasının ötesinde piyasaya arz yaptığınızda fiyat büyük oranda düşer, arzı kıstığınızda ise fiyat yüksek oranda artar. Bu klasik arz talep kanunudur. Ruhsal yapımızdaki dürtülerin hedeflerine ulaşması da aynı mekanizmayla değerlendirilecek olursa hedeflerin bir bir elde edilmesi, dürtülerin kısa sürede amaçlara ulaşması bir müddet sonra bireyde doyum noktasını oluşturacak ve o noktadan itibaren sıkıntı başlayacaktır. Aç olan bir insana yemek sunduğunuzda bunu keyifle ve şükran hisleriyle yiyecektir. Doyduktan sonra bireye yeni bir porsiyon yemek yeme konusunda ısrarcı olduğunuz da bunu da yiyecektir. Üçüncü kez yeni bir porsiyonu önüne sunduğunuzda yemeyi reddedecektir. Ancak kişiye tehditle veya silah zoruyla yemek yedirmeye çalıştığınızda bu durumda korkuyla yemeği yiyecektir. Bunun üzerine tekrar yemek yemeye zorlarsanız sistem iflas edecek ve kişi kusacaktır. Bu doğal bir süreçtir. Burada ne olmaktadır? İnsan aynı insan, yemek aynı yemek olduğu halde tavırlar değişmektedir. Birinci porsiyon yemek hayat kurtarıcı iken ve keyifle yenirken son porsiyon yemek büyük bir zulümdür ve sonuçta kusmayla sonuçlanmaktadır. Birey doyum noktasını aşmış, aynı madde yoğun bir şekilde kişiye yedirilmeye çalışıldığında kişi kusmuştur. Bu durum cinsellikte, şöhrette, parada ve eğitimde de kendini gösterebilmektedir.

 Yukarıda bahsetmiş olduğumuz faktörlere bağlı olarak, amaçlanan hedeflere yönelen bireyler bunları elde ettiklerinde, doyum noktasının ötesine geçtiklerinde hayat anlamsızlaşmaktadır. Bu anlamsızlık, kişide büyük bir bunaltı yaratmakta ve sıkıntı içine düşmektedir. Bu, insanın varoluşundaki temel noktaya ulaşmasıdır. Yani anlamsızlığı idrak ettiği noktadır. İşte bu noktaya ulaşmış birçok ünlü zenginin, şöhretin, bilim adamının ve filozofun trajik intihar hikâyeleri oldukça sık rastladığımız bir sonuçtur. İnsanoğlu medeniyeti oluştururken hep bir hedefler silsilesi geliştirmektedir. Hedeflere ulaşma sürecinde alınan keyif, kişiyi anlamsızlığa karşı korumaktadır. Bir hedefe doğru giderken bireyin hissettiği varoluşsal zevk, hedefin bittiği noktada anlamını yitirebilmektedir.


 İnsanlık tarihi, derindeki insanoğlunun temel yazgısı olan hayatın anlamsızlığına karşı alınmış tedbirlerden ibarettir. Tarihsel süreç insanın anlamsız bir hayatı kapatmaya yönelik tedbirleri nasıl aldığını bize göstermektedir. Doğuştan itibaren farkında olmadan anne-baba ve kültür bireye hep anlam pompalamaktadır. Öyle bir medeniyet geliştirilmiştir ki; doğudan batıya kuzeyden güneye her toplumda birey, her yaş kesitinde hayata belirli anlamlar yükletilerek yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kişiler veya kurumlar şuursuz bir şekilde insanın anlamsızlık yazgısını örtmeye çalışmaktadır. Çünkü anlamsızlığı ruhumuzda hafiften de olsa hissettiğimizde dayanılmaz bir bunaltı ve acı yüreğimizi kavurmaktadır. İşte bu bunaltıdan kurtulmanın tek yolu hayata her an bir anlam yükleme gerekliliğidir. Hayatta sarıldığımız her şey bu anlamsızlığı kapatmaya yönelik alınmış tedbirlerden ibarettir.

 Bir an oturup düşünün; bugün niçin yaşıyorum ve ne yapıyorum sorusunu araştırın. Kimimiz para kazanmaya, kimimiz eğitimimizi tamamlamaya, kimimiz bir sınavda başarılı olmaya, kimimiz karşı cinse aşkımızı kabul ettirmeye, kimimiz yeni bir makama atanmaya ve kimimiz de başkaları tarafından tanınmaya yönelmiştir. Bunlar, bizim hayata anlam yüklediğimiz hedeflerimizdir. Ve bunun için yüreğimizde büyük bir coşku ve istek bulunmaktadır. Bunları gerçekleştirdiğimiz zaman ne olacaktır? Bu hedefler tükendiğinde hayatın anlamı ortadan kalkacak mıdır? Mantıksal düşünce bunu gerektirir. Bugün için hayata yüklediğim anlam, amaca ulaştığımda ortadan kalkmaktadır. Hayat yeniden anlamsız hale gelmektedir. İşte bu nokta medeniyetin veya insanın ruhunun çatırdadığı noktadır. Medeniyetin çökmemesi ve insanın varlığını sürdürebilmesi için bireyin hayatına yeni anlamlar yüklenmeli, yeni bir koşu başlatılmalıdır. Bu sanki bir kölelik harekâtıdır: Anlamsızlık efendimizin korkuttuğu benliğimiz, anlamsızlığın korkunçluğundan kurtulmak için kendisine hep yeni hedefler oluşturmak zorundadır. Bu şekilde derin katmanlardaki bunaltıyı benlik düzeyine çıkarmamaya çalışmaktadır. Hayata anlam yükleyen birey, anlamını gerçekleştirme sürecinde bir takım engellerle, bir takım problemlerle karşılaşır. Bunlar benlik düzeyinde hissedilen bunaltı ve sıkıntıya neden olur. Anlamsızlık bunaltısı karşısında hissedilen bu bunaltılar terazinin kefesinde fazla bir yer tutmamaktadır.

 Birey, hedeflerinin bittiği ve tükendiği noktada hayatının anlamsız bir halde çoraklaştığını fark eder. Bu anlamsızlığı ortadan kaldırmanın diğer bir yolu, var olmayı hissetmektir. Hissedilen bunaltı, var oluşunun bir delili, bir karinesi olarak ele alınabilir. Bu durumda anlamsızlık karşısında hissedilen bunaltı; yokluğa ve hiçliğe karşı var olduğuna, varlığının devam ettiğine dair bir delil olarak hep yanı başında tutulur. Bu tip bireylerin yaşamları, hissettikleri bu yoğun anksiyeteye yani bunaltıya bağlıdır. Bu bireylerin bunaltılarını kaldırmaya yönelik alacağınız tedbirler onların yok oluşunu meydana getirir. Burada paradoks bir tablo vardır. Bu tip bir tabloyla karşımıza gelen hastalarımız, bunaltıyı önleyici bir takım medikal veya terapötik tedbirlere başvurduğumuzda büyük bir boşluk hissi oluştuğundan bahsetmektedirler. Bu boşluğun dayanılmaz bir şey olduğunu ifade ederler. Bu boşluk ölü gibi, taş gibi, cansız bir dal gibi bir hiçlik halidir. Bu hiçliktense bunaltı ile birlikte bir var oluşu hissetmek tercih edilen bir yönelim olmaktadır.


 Hayatın anlamsızlığı sadece bireyin hedeflerinin bittiği veya bunları derinden sorguladığı durumlarda değil, ölüm hakikati ve gelecekle ilgili belirsizliği ile ilgili suallerle birlikte ele alınmalıdır. Aşağıda bahsedeceğimiz varoluşsal temel soruların açmazları, anlamsızlığı daha da kuvvetlendirmekte, kişinin bunaltısını daha da artırmaktadır. Bu durumda birey bu dünyada varlığını sürdürebilmek için her an anlam arayışını sürdürmek zorundadır. Etrafımızda veya kendimizde bu anlam arayışının yoğun telaşını her an gözlemleyebiliriz. Bunu test etmek çok kolaydır. Birey olarak hiç hareket etmeden, mümkün olduğu kadar düşünmeden sakin bir şekilde, hedefsiz bir şekilde kalalım. Bir müddet sonra içimize bir bunaltının çöktüğünü hissederiz. Bunu bir grupla beraber yaptığımızda, bu bunaltının daha da ağır olduğunu gözlemleriz. Çünkü yaşanılan her dakika anlamlandırılmalı, zaman içerisinde hedefler belirlenmelidir. Anlamsız, hedefsiz bir vakit kişiye büyük bir acı ve ızdırap verir. Her an, hayata otomatik olarak nasıl anlam yükleyip ardından bunun ne kadar anlamsız olduğunu fark etmek ilginçtir. Bir ömür boyu bu şekilde kendimizi aldatmak ve kandırmak ve hayatımıza hep yeni hedefler koyarak kör-topal varlığımızı sürdürmek zorundayız. Bu süreç ölene kadar da devam edecektir.

o Geleceği Belirlemek Mümkün müdür?
 Çevremizdeki herhangi bir insana: ‘Gelecekte ne yapacaksın, neler planlıyorsun?’ dediğimizde çoğundan çok açık ve net cevaplar alırız: “Bir saat sonra şunu yapacağım”, “Bir gün sonra şurada olacağım”, “Bir ay sonra şu hedefe ulaşacağım”, “Bir yıl sonra şunları halletmiş olacağım.” İnsanlar o kadar emin konuşurlar ki bir ömür boyu neler yapacaklarının plan ve programları zihinlerinde bellidir. Beş yıl sonra okul bitecek, on yıl sonra fabrika kurulacak, filan yaşa gelinince evlenilecek, filan senelerde çocuk sahibi olunacak, kışlık ve yazlık ev alınacak, yaşlılıkta şunlar şunlar yapılacak... Her şey güzel görünmektedir. Herkes mutludur ve herkesin geleceği garantidir.

 Madalyonun bir yüzüne baktığımızda her şeyi planlı programlı yapmak, geleceği belirlemek, adım adım bu geleceğe yürümek ve hedefleri tek tek gerçekleştirmek insanı rahatlatmaktadır. Belirsizliğe ve bilinmeyene karşı savaş açılmıştır. İnsanoğlu ilk günden beri belirsizlik ve bilinmezlik karşısında ürkmüş, korkmuş ve çaresizlik hissetmiştir. Bu belirsizlik karşısında hissedilen duygu, bilimi doğurmuştur. Bilim, belirsizliği ortadan kaldırmaya çalışmış ve geleceği tasarımlamaya gayret etmiştir. Geçmiş çağlarda belirsizlik karşısında hissedilen korku ve panik insanları bir takım inançlara sürüklemiş, felaketlerin önüne geçebilmek ve gelecekle ilgi tasarımların bloke edilmesini önlemek için bir takım kutsal güçlere karşı ibadet edilmiştir. Belirsizliği oluşturan bir nehirse nehre tapınılmış, bir dağ ise dağa tapınılmış; bu belirsizlik kaynağı bir orman ise bu kez de ormana tapınılmıştır. Medeniyet geliştikçe, sebep-sonuç ilişkileri ortaya kondukça ve insanoğlunun madde üzerindeki hâkimiyeti güçlendikçe, belirsizlik ve bilinmezlik ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bilim ne kadar gelişmişse belirsizlik ve bilinmeyen de o kadar azalmıştır. İnsanoğlu da bu durumda daha da rahata kavuşmuş, geleceğini garanti altına almıştır. Geleceği bilmek ve belirsizliği ortadan kaldırmak insanoğlunun hedeflerinin en büyüklerinden biridir. Falcılık, astroloji veya rüya incelemeleri bunun için getirilen çözüm yollarıdır. Modern çağda bunun yerini bir takım bilimsel yöntemler almıştır. Emeklilik, sigorta, kasko, sağlık taramaları ve güvenlik arayışları hep bu belirsizliği ve bilinmezliği ortadan kaldırmak için medeniyetin getirdiği yeni tedbirlerdir.

 Madalyonun bir yüzünde geleceği bilmenin ve belirlemenin rehaveti ve rahatlığı vardır. Her birimiz geleceğimizden emin ve huzurlu bir şekilde işlerimizi yapar, yatağımıza yatar ve uyuruz. Madalyonun öbür yüzüne bakacak olursak burası, bir saniye veya bir dakika sonraki, bir saat, bir gün ya da bir yıl sonraki geleceğimizdir. Her birimiz yatağımıza yatıp seksenli yaşlara kadar yaşayacağımızın garantisi ve duyumu içinde tüm plan ve projelerimizi bu bağlamda hazırlarken mutluyuzdur. Ancak çocuk, genç veya olgunluk dönemlerimizde madalyonun öbür yüzünde bilmediğimiz çok farklı şeyler vardır. O anda vücudumuzda bir kanser hücresi aktif hale geçmiş, bir yıl sonra ölümümüzü gerçekleştirmek için faaliyete başlamış olabilir. O anda vücudumuzun herhangi bir bölgesinde oluşmuş olan bir pıhtı, kalp damarlarımızı tıkayarak bizi ölüme götürebilir. Veya beyin damarlarından birini tıkayarak bizi kör, sağır veya felçli bırakabilir. O an, gündüz iş yoğunluğu nedeniyle bulaştırdığımız bir mikro-organizma tehlikeli bir şekilde vücudumuzda çoğalıyor olabilir. O an, yanı başımızda yatan eşimizin haince planlarının uykumuzun ortasında faaliyete geçtiği andır. O an, bir başka şehirde bulunan çocuğumuzun bir trafik kazası geçirdiği andır. O an, bir başka mekânda çok sevdiğimiz aile fertlerinden birinin ölüm anıdır. O an, prizlerdeki bir kontak sonucu başlayacak ve tüm binayı ateş yumağına dönüştürecek yangının başlangıç anıdır. O an, karşı binada silahını temizlemekte olan bir subayın yanlışlıkla ateşlediği silahından çıkan kurşunun bizim odamıza girip beynimizi parçaladığı andır. O an, yer kabuğu altında hareketlenmenin başlayıp sekiz şiddetindeki depremin binayı yerle bir edeceği andır. O an, tepemizden geçen uçağın motorlarının patlayıp binamızın üstüne düşeceği andır. O an, ülkemizin düşman ülkeyle savaş kararı alıp işgale uğradığı andır. Velhasıl bunlar bilinmezlikle dolu, bir saniye sonra olacak olanlardır. Hiç birimiz bunları bilmiyoruz. Bunları bilmek de mümkün değildir.

 Teknolojinin getirmiş olduğu bilinmezi bilinir kılma, geleceği kontrol altına alma, aynı oranda tehlikeyi, bilinmezliği ve belirsizliği artırmaktadır. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz örnekler ve bunun milyonlarcası her an başımıza gelebilir. Dahası bunların hepsi şu an milyonlarca insanın başına gelmektedir. Gerçek hangisidir; madalyonun birinci yüzü mü ikinci yüzü mü? Gerçek, madalyonun ikinci yüzündeki yazgımızdır. Geleceği bilmemiz ve belirlememiz bu manada mümkün değildir. Gelecekle ilgili bu bilinmezlik ve belirsizlik insanın ruh dünyasında müthiş bir belirsizliğe ve bunaltıya neden olmaktadır. Bir dakika sonra kalp krizi geçireceğini, çocuğunu kaybedeceğini veya varlığını yitirebileceğini bilen hangi insan basit hesapların ve planların peşine düşer! İşte bu belirsizlik ve bilinmezlik karşısında ürken insan, bu belirsizlikle savaşır ve bilinmezliği bilinir hale getirmeye ve de geleceğini kontrol altına almaya çalışır. Hayatını belirleyen girdilerin ne kadarını kontrol altına alabilirse o kadar rahatlamaktadır. Bu durumda bilinmezliğin ve belirsizliğin alanı daralmış, bilinmezlik ve belirsizlik bilinen ve belirli bir hale dönüştürülmüştür. İnsanoğlu geleceğin belirsizliğini kabullenmektense bir takım zihinsel tasarımlarla ve maddeyi kontrol ederek, geleceği hep belirli hale dönüştürmeye çalışmaktadır. Başka türlü de yapması mümkün değildir.

 İnsan ne zaman geleceği bilinir hale getirip belirlediğine inansa, karşısına yaşadığı bir travma geldiğinde şaşkına düşecek ve korunma kalkanının o kadar da güçlü olmadığını ve tamamen sanal bir programdan ibaret olduğunu fark edecektir. Böyle bir duyguya kapılmasına ölümcül bir hastalığa yakalanma haberi, feci bir trafik kazası, bir deprem veya sel felaketi neden olabilir. Bu durumda birey gerçekle yüz yüze kalmıştır. Yani hayatın belirsizliğini ve bilinmezliğini yakından idrak etmiştir. Bu, kişide çaresizlik hissi doğurur. Bu his de bunaltı yaratır. Birey tekrardan, belirsizliği ortadan kaldıracak yeni çalışmalar üretirse bu sıkıntılı dönemini atlatabilir. Belirsizlik duygusu bir kez yaşandığında geleceğe olan kuşku derinleşebilir. Bu durumu klinik tablolarda çok net görebilmekteyiz. Kanser hastalığına yakalanan bir hastanın, oto parkta arabası çalınan birinin, evine hırsız giren bir kişinin veya cinsel arzu ve istekle partnerine yaklaştığında ereksiyon problemi yaşayan bir kimsenin hissettiği şey, güven bunalımı ve geleceğe olan kuşkudur. Yani gelecek belirsizliğe ve bilinmezliğe gebedir. Bu şekilde düşünmek de yaşamak da mümkün değildir. Kişi kendini korumak için abartılı bir şekilde korunma tedbirlerine başvurabilir, korunma kalkanını sağlamlaştırabilir.

o Ölümden Başka Bir Hakikat Var mı?
 Kendimize veya yanı başımızdakine gelecekle ilgili sorular sorduğumuzda birçok cevap alırız; gelecekle ilgili beklentilerimiz, yapacaklarımız, garantide olanlar vb. düşüncelerimizi mutlak olarak gerçekleştirmiş gibi hisseder ve algılarız: Önümüzde duran yemeği biraz sonra yiyeceğizdir. Biraz sonra kalkıp uyumak için yatağa gideceğiz, sabah kalkıp işimize, hafta sonu yazlığımıza gideceğiz. Bu yıl tatilimizi deniz sahilinde geçireceğiz. Çocuklarımızı önümüzdeki yıl yeni bir koleje vereceğiz vs. Bunlar o kadar gerçek ki olmaması mümkün değildir. Bunların hepsi, gerçekleşecek olan mutlak gerçeklerdir. Aklımıza her şey, ama her şey gelir, tek bir şey gelmez: Öleceğimiz. Gelecekle ilgili tek bir gerçek vardır: Gelecekte mutlaka öleceğiz. Gelecekle ilgili her şeyden bahsederiz, her şeyi netleştirmeye çalışırız. Ama öleceğimizden hiç bahsetmeyiz. Bu, paradoksal bir durumdur ve ‘bilinen tek gerçeği inkâr edip belirsiz olan bir takım varsayımları gerçekmiş gibi kabul etmek’tir.

 Ölüm, doğan bir insanın yaşayacağı kesin olan tek gerçektir. Bilinen tek gerçektir. ‘Şu anda gelecekle ilgili emin olduğunuz hangi gerçek var?’ diye sorulursa bunun cevabı çok basittir. Emin olduğumuz tek gerçek ölüm gerçeğidir. Ölmek, yani yok olmak, yani ortadan kalkmak. Yani toprağın içine gömülmek veya yakılmak; insanoğlunun canlı iken tasavvur edemeyeceği bir hakikattir. Ölümün gerçekliğini gerçekten hisseden bir insanın yaşamını sağlıklı bir şekilde devam ettirmesi hemen hemen imkânsızdır. Çünkü bu büyük bir bunaltı ve sıkıntı kaynağıdır. Hayatın anlamsızlığı ve belirsizliği karşısında zaten savaş vermekte olan bir bireyin, bunun üzerine ölüm gerçeğiyle de yüzleşmesi mümkün gözükmemektedir. Ölüm, anlam yüklediğimiz anlamların bittiği bir duraktır. Ölüm, belirsizliğin karşısında hissettiğimiz çaresizliği ortadan kaldırmak için aldığımız tedbirlerin tükendiği noktadır. Ölüm gerçektir ve hakikattir.


 Ancak insanlık tarihine ve kültürlere baktığımızda insanoğlunu yaptığı tek şey bir ömür boyu ölümü inkâr etmektir. Her an ölümle iç içe olmamıza rağmen ölüm hep yok sayılır, yadsınır, inkâr edilir ya da kabul edilmez. Ölüm hep bizim dışımızdaki bir yerlerdedir. Ölüm bize asla gelmez. Ölümün bizle işi yoktur. Bu duyguları derinden hissederiz. İnsanlar yaşadıkları süreçlerde zaman zaman ölüm hakikatiyle karşılaşırlar. Bu durumdaki insanlar mekanik davranış sergilerler. Medeniyetin kendilerine öğretmiş olduğu ölümü yadsıma düzeneklerini toplumsal olarak yaşarlar ve uygularlar. Ölümle ilgili tüm ritüeller ve toplumsal kurallar ölümü yadsıma üzerine oturtulmuştur. Hergün yanı başımızda ölüm veya ölümler akıp gider. Hiç birimiz bu ölüm hakikatini görmek ve kabullenmek istemeyiz.

 Günün birinde ölüm tüm çıplaklığı ve gerçekliği ile karşımıza çıkabilir. Bu bir hastalık, bu bir kaza veya çok yakınımızın ölümü şeklinde olabilir. Bu durumda ölüm hakikatinin yanına yaklaşmışızdır. Hayatın anlamsızlığı ve belirsizliği, derinden idrak edilmiş ve insanoğlunun acziyeti doruk noktasına ulaşmıştır. Ölüm hakikatiyle bu manada burun buruna gelen ve bu noktada yadsıma reaksiyonlarının işe yaramadığını fark eden birey hakikatle yüzleşmek zorundadır. Ölüm onun tek gerçeğidir. Ölüm her an kapının eşiğindedir. O halde yaşamın anlamı nedir? Bu kadar hırsın, öfkenin, kızgınlığın, dürtünün anlamı nedir? Bu sorgulamalar insanı tekrardan bir açmaza düşürür. Açmaz içinde açmazlar oluşturur. Bunaltı şiddetlenir, huzursuzluk artar. Kişi burada kısır bir döngüyü tekrar oluşturabilir. Ölüme karşı hissettiği çaresizlik karşısında bunaltı ve anksiyeteyi kalkan olarak ortaya koyabilir. Eğer bunaltı hissediyorsa ölüm hala ortalıkta yok demektir. O halde bunaltı hissedilmeye devam edilmelidir. Bunaltı ölümü öldüren şeydir, bunaltı varlığın ve canlılığın alametidir. İnsanın en büyük cehennemi hiçlik ve yokluktur; yani olmamaktır, var olmanın tersidir, var olamamaktır. Varlığı hissetmenin bedeli bunaltı ise bu kabul edilir. Birey ya sanal bir dünya da yaşayacak, ölümü son ana kadar yadsıyacak, kurgusal bir zeminde varlığını devam ettirecektir. Ya da ölümle yüzleşecek ve varoluşunu bir başka bağlamda değerlendirecektir.
Kullanıcı avatarı
düşünmekte
Mesajlar: 24
Kayıt: 27 Eyl 2006, 02:16

Mesaj gönderen düşünmekte »

Yazıların devaminı Tahir Özakkaş ın Bütüncül Psikoterapi kitabından ulaşabilirsiniz. Bütün arkadaşlara bu kitabı şiddetli olarak tavsiye ediyorum. yalniz werther şemayi nerden bulduğunu sorabilirmiyim?
... . . . . . .
werther
Mesajlar: 280
Kayıt: 07 Tem 2006, 18:58

Mesaj gönderen werther »

Şemayı aşağıdaki siteden buldum.
http://www.insanbilimleri.com/ekampus/f ... l_Fobi.jpg
Cevapla