Kendine ve çevreye güvensizlik

Sosyal fobi ve psikoloji üzerine makaleler..(Lütfen yazının kaynağını belirtiniz)
Cevapla
Kullanıcı avatarı
cantbemyself
Mesajlar: 76
Kayıt: 07 May 2008, 19:13

Kendine ve çevreye güvensizlik

Mesaj gönderen cantbemyself »

“Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin”
Yabancılaşma, bireycileşme, güvensizlik, rekabet… Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Birçok kişinin dilinden düşürmediği, her durumda düşünmeden söyleyiverdiği bu cümle, tüm bu kavramları kendi içinde somutluyor. Aynı zamanda bir toplumsal paranoyanın da ifadesi. Kuşku içinde hiç kimseye, hiçbir şeye, en yakınındaki insana bile güvenmeyen, herkesten şüphelenen bireylerden oluşan bir toplum. Güvensizlik korkuyu ve yine güvensizliği beraberinde getirir. Aynı sorunu, aynı yaşamı paylaştığı insanın ihtiyaç duyduğu zamanda yanında yer almayacağı ve kendinin de tek başına hiçbir şeyi değiştiremeyeceği düşüncesinin yarattığı korkuyu ve kendine güvensizliği.

Karşılıklı gelişim ve paylaşıma değil çıkara dayanan, yüzeysel ‘toplumsal’ ilişkiler. Tüm ilişkilerimizin içine sinmiş bir anlayış. “Eğer bir toplumda bireyci, rekabetçi bir ruh ağır basıyorsa, bu erkeklere ve kadınlara ait yaşam alanları kesin olarak birbirinden ayrılmadığı sürece cinsler arası ilişkileri mutlaka zedeleyecektir”. (Karen Horney, Çağımızın Nevrotik Kişiliği, 157)

Başka bir ilişki tarzı, farklı bir iletişim şekli görmeyen, bilmeyen insanın bu ilişki şeklini doğal, değişmez kabul etmesi ve bunu yaşam tarzı olarak benimsemesi anlaşılabilir bir durum. Ve bilim adına bu ilişkileri sabit değişmez kabul ederek, temelinde yatan nedenleri incelemek yerine olduğu şekliyle ele alan, kurallaştıran, formülleştiren yaklaşımlarsa bu anlayışın derinleşmesinde oldukça etkili. (Sosyal psikoloji, ilişkiden alınan doyumu formülleştirme yoluna giriyor. Çıkara dayanan ilişkileri baz alarak ‘verdiği kadarını alan mutludur’u ilişkilerin olmazsa olmazı olarak koyuyor. Buna yabancılaşmanın formülasyonu da diyebiliriz.)

Marx yabancılaşmanın, yozlaşmanın en çok yaşandığı kadın-erkek ilişkilerini şöyle tanımlıyor: “İnsandan insana dolayımsız, doğal, zorunlu ilişki kadın-erkek ilişkisidir. Bu doğal cinsil ilişki içinde insanın doğayla ilişkisi dolayımsız olarak insanla ilişkisidir… tıpkı insanla ilişkisinin dolayımsız olarak doğayla ilişkisi, kendine özgü doğal belirlenimi olması gibi… İnsan gereksinmesinin ne ölçüde insanal bir gereksinme durumuna, öyleyse insan olarak öteki insanın onun için ne derecede bir gereksinme durumuna gelmiş bulunduğu, insanın en bireysel varlığı içinde aynı zamanda ne ölçüde toplumsal bir varlık olduğu da bu ilişki içinde görünür.” (1844 Elyazmaları, 171) Bu tanımlama değişmez, doğal kabul edilenin insan doğasına, insanın kendi özüne ne kadar aykırı ve yabancı olduğunun da bir göstergesi aynı zamanda. Tek başına bir insanın, sadece ve sadece bir insanla, fazlasıyla değil, ‘bireysel’ ilişkisinin kazanabileceği toplumsallığın ifadesi. Ve bugün için tersten okunduğunda milyonlarca insanın, birbirleriyle ‘toplumsal’ ilişkisinin içerdiği bireysellik, yalnızlık. Alternatifsiz olmadığımızı, böyle gelmiş böyle gider anlayışının, kader denilenin değişmesi gerektiğini de gösteriyor.

Milyonların Özlemi
Kendinden, kendi gücünden ve yeteneklerinden emin olmayan insanların milyonlarla birlikte aynı yalnızlığı paylaşmak, aynı güvensizliği hissetmek dışında paylaşımının olmayışı, sosyal paylaşımı, birlikteliği ve dayanışmayı önüne geçilmez bir ihtiyaç, bir özlem haline getiriyor.

Ve ufak bir kıvılcım, bardağı taşıran son bir damla, değişmez olanı değiştiriveriyor. Korku duvarları aşınmaya, kabuk çatlamaya başlıyor. Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Savaş sürecini buna örnek gösterebiliriz.

Son dönemde Amerika’nın bir ülkeyi işgali hiç bu kadar geniş ve kitlesel tepkiyle karşılaşmamıştı, hiç bu kadar insan tepkisini alanlarda, meydanlarda dile getirmemişti. Birçok kişi ilk defa yalnız olmadığını, savaş karşıtı milyonlarca insanla aynı duyguları, düşünceleri paylaşıyor olmanın verdiği güven hissini yaşadı. Hiç tanımadığımız, bilmediğimiz halde belki de sadece Savaşa Hayır rozeti taktığı için bir insanı kendimize yakın hissettik, hakkında olumlu şeyler düşündük… Ve yine dünyada, çevresinde olan bitenden, insanlardan habersiz yaşayan -yaşıyor görünen- milyonlarca insan Irak halkının acılarını ve öfkesini ta içinde, yüreğinin derinliklerinde hissetti.

Tabii ki bu her şeyi değiştirmedi, tüm sorunlar çözülmedi. (Temelinde yatan nedenler ortadan kaldırılmadığı sürece de tümden değişmesi bir o kadar zor). Ancak yıllarca yan yana, iç içe yaşadığı halde birbirini tanımayan insanların yıllar sonra ilk defa birbirinin farkına varması, duygusal, düşünsel, mekansal vs. tüm yabancılıkların aşılabileceğini göstermesi, bunun değişebileceğini ve bu değişimin ancak birbirine hiç güvenmeyen insanların, birbirine karşı sonsuz bir güvenle biraraya geldiğinde mümkün olduğunu göstermesi anlamında önemliydi. Bir de insanların biraraya gelmesinin hiç de sanıldığı kadar zor ve hiç de imkansız olmadığını gösterdiği için anlamlıydı.

Asıl sorun ve değinmeyi düşündüğümüz nokta ise dipten gelen dalgayı görmek yerine sadece yüzeydeki sessizliği, durgunluğu, görünürdeki baskı ve kabullenmeyi -hatta bazen hoşnutluğu- gören, gerisini görmek istemeyen, yok sayan dar algılayış. Ve içimizdeki güvensizliğin, korkunun, yalnızlığın bir bütün olarak iç sınırlarımızın nedenlerine inmek ve kabaca da olsa bir tablosunu çizmek.

Alışkanlık duvarı
Değiştirilmesi zor olduğu kadar değişimin önünde en büyük engeldir alışkanlıklar. Zordur, çünkü yaşamın belli bir döneminde belli bir işlevi yerine getirmiştir. İşlevini yitirdiği anda yerine yeni alışkanlıklar, yeni yol ve yöntemler geliştirmek belki daha uzun zaman alacağı ve daha büyük bir çabayı gerektirdiği için veya belki de sadece tembellikten hiçbir şey değişmemiş, her şey aynıymış gibi davranmaya devam edilir. Değişimin yaratacağı iç gerilimi azaltmanın bir yoludur alışkanlıklara sığınmak, varolanı korumaya, onunla yetinmeye çalışmak.

“Gerilimden kurtulmaya yönelik bir başka genel yöntem de birbirinden kopuk parçaların işlemsel toplamıymışız gibi, nevrotik bireyin kendini bölük pörçük bir yoldan algılama eğilimidir”. (K. Horney, Nevrozlar ve İnsan Gelişimi, 221)

“Ruhsal parçalamanın temelde bütünlüğü parçalayıcı bir süreç olmasına rağmen, bunun işlevi statükoyu sürdürmek ve nevrotik dengeyi çöküşten korumaktır. Nevrotik birey, iç çelişkiler tarafından şaşırtılmış olmayı inkar ederek, kendini altta yatan çatışmalarla yüz yüze gelmekten korur ve dolayısıyla iç gerilimi düşük bir düzeyde tutar. Bunlara karşı temel bir ilgi bile duymaz ve böylece bunlar bilinç düzeyinden uzakta kalır.” (age, sf. 222) Değişmeyen koşullar, insanlar vs. değil kişinin kendisidir.

Alışkanlıklarda ısrarın muhtemel sonucuysa ihtiyaçlara cevap verilememesi, bunun yaratacağı gerilim ve yetersizlik duygusunun getireceği kendine güvensizliktir. Yeniyle, değişimin beraberinde getireceği çelişki ve çatışmalarla yüzleşmemek adına geçmişe takılıp kalındığında yaşamdan kopma, olan bitene yabancılaşma ve seyircileşme kaçınılmazdır.

Değişmeyen değiştiremez
Yaşamda söz sahibi olmak değişmeyi ve değiştirmeyi gerektirir. Kıpırtıları göremeyen, gelişimin, değişimin yönünü tayin edemeyen akıp gidene yön veremez.

Değişme ve değiştirme yetisine sahip olmayan insanın bırakın diğerlerine, kendine güveni dahi yoktur, bir kısırdöngü içindedir. Güvenmediği için tek başınadır, tek başına olduğu için güvensizliği derinleşir. İnsanlarda göremediği coşku, hareketlilik, gelişim, birliktelik ve dayanışma daha çok kendinde varolan durağanlık, donukluk ve bireyselliğin yansıtılmasıdır.

Bu kişi bugünün ihtiyaçlarına cevap veremediği için geleceğin ihtiyaçlarını da karşılayamaz. Ufku en fazla bugünle, günübirlik çözümler ve günü kurtarmakla sınırlıdır. Yani günlük faaliyeti de bir gelecek kaygısı taşımadığı için en fazla asgari bir çabayı gerektirir. Bugün de karnını doyurdu ya yeter, daha fazlası haşa ne haddine. Gelecekten, geleceğin planlanmasından, belirlenmesinden bahsedilemez çünkü bir adım ötesini, gerekenden daha fazlasını hesaba katmaz bile. Azıcık aşım kaygısız başım. Çok yönlü bir gelişim, kendini bir üst seviyeden geleceğe taşıma söz konusu değildir. Hayallerden ya tamamen vazgeçilmiştir ya da hayal kurmamıştır bile. Tamamen bir geleceksizleşme ve nesneleşme hali.

Değişim ve gelişim yönünde ısrar ve çaba yoksa yozlaşma başlar. Bir adım sonrası düşünülmediği ya da bugün içerisinde gelişen, şekillenen gelecek nüveleri hiç hesaba katılmadığı için önemli olan sorunlardan kurtulmak, kısa vadeli çıkarlar elde edebilmek veya rahatının bozulmamasıdır. Bunun için de her yol mübahtır. Uzun vadede ortaya çıkabilecek zararlar önemsizdir. İnsandaki değişim gücüne, insana inanmadığı için kendi de dahil insanın varlığının nesneden farkı yoktur.

Bu genel çerçeve içerisinde tanımlamaya çalıştığımız kişilik yapısı ve ruh hali bir anda ve tesadüfen ortaya çıkmadı. Nasıl ki emperyalist savaşa artan öfkenin bir nedeni gitgide dozu artan ve pervasızlaşan saldırganlıksa, bugün yaşanan bencil, güvensiz ruh halinin nedeni de içerisinde şekillendiği toplumsal yapı ve rekabetin şekillendirdiği toplumsal ilişkilerdir. Ve Amerikan emperyalizmine karşı biriken öfkenin patlaması için Irak’a müdahale olasılığının yeterli neden olması gibi -bardağı taşıran son damla- yabancılaşmanın kazandığı boyutların daha derinden ve daha açık görülmesi için de F tipi süreci yeterli oldu denilebilir.*

Travma etkisini yeni gösteriyor. Asıl hedef tek tek bireyleri hücrelere koymak değil, hücreleri tek tek bireylerin ruhuna, yüreğine ve bilincine hakim kılmaktı. Yıllardır dayatılan yalnızlığın, bencilliğin, öğretilen çaresizliğin, hakim kılınmaya çalışılan korkunun üzerine sistemli saldırıları da ekleyince bugün için F tipi saldırısının etkisini daha yakından gördüğümüz söylenebilir. Travma etkisini hakim kılabilmek ve süreklileştirmek için saldırıların devamlı bunun üzerinden geliştirilmesi yoluyla psikolojik savaş yürütülür. Örneğin benzer şekilde tüm toplumda travma etkisi yaratan depremin tehdit olarak kullanılarak bu korku üzerinden vergi vs. ile her fırsatta kar edilmesi gibi, F tipleri de tehdit olarak kullanılarak insanların biraraya gelmesi, birbirine güvenmesi, paylaşması ve üretmesi; bir bütün olarak insanlaşması engellenmeye çalışılıyor. Ya da bazen engelleme davranışı kendiliğinden şekilleniyor** ve buna uygun kişilikler, davranışlar, doğal, insana özgü olarak kabul ettirilmeye, yaşam tarzı haline getirilmeye çalışılıyor.

Bugün için ağırlıklı görünen bu durumun sürgit devam edeceğini iddia etmekse en iyimser ifadeyle derin bir karamsarlıktır. Bardağın dolduğu söylenebilir. Ve onun üzerine eklenecek her bir damla savaşta olduğu gibi, Bingöl depreminin ardından olduğu gibi, ekonomik krizlerin ardından olduğu gibi bardağı taşırmaya yetecektir.

(alıntı) http://ureti-yorum.org/?p=8
bat dünya bat
Cevapla