aynalar koridorunda aşk

Beğendiğiniz ya da okumayı düşündüğünüz kitaplar hakkındaki düşünceleriniz..
ra
Mesajlar: 74
Kayıt: 17 Ağu 2005, 14:25

aynalar koridorunda aşk

Mesaj gönderen ra »

mustafa ulusoy..
edebi açıdan iyi bir kitap değil uyarayım..
bir de ismiyle içeriği doğrudan alakalı değil..
yinede şiddetle tavsiye edilir..
Kullanıcı avatarı
vangogh_
Mesajlar: 90
Kayıt: 12 Eki 2005, 00:01
Konum: ankara

Mesaj gönderen vangogh_ »

kitabı ben de okudum. Haklısın güzel kitap. Evet aynalar koridorunda aşk ismine bakınca içeriği farklı düsünülebilir ama ilgisi yok. Mustafa Ulusoy psikyatrist yanılmıyorsam. Yasadıgımız soruna da baska bi acıdan bakmanızı saglayabilir. Bence doğru açıdan bakıyor.
ra
Mesajlar: 74
Kayıt: 17 Ağu 2005, 14:25

Mesaj gönderen ra »

sadece sosyal fobililer için değil bence..
karşındakini anlayabilmek adına önemli ipuçları veriyor ve kendini..
okuduğumda beni çok etkilemişti..
Kullanıcı avatarı
vangogh_
Mesajlar: 90
Kayıt: 12 Eki 2005, 00:01
Konum: ankara

Mesaj gönderen vangogh_ »

Haklısın güzel kitaptı benim de cok hosuma gitmisti. Tabi dedigin gibi edebi açıdan ne kadar değer tasıyor tartısılır, sıradan gelebilir.. Aynı yazarın bir kitabını daha okudum ve begenmemistim mesela. Ama bu kitap farklı, hosuma gitmisti.
Psycho

Mesaj gönderen Psycho »

Bir arkadaşın tavsiyesi üzerine almıştım bu kitabı
her seferinde oradaki roman karakteriyle kendini özdeşleştirmeye çalışan ama çok istesede bunu başaramayan egosu üst seviyelerde dolaşan klasik ergenlik çağı tipiydi...
Eğer sizde kadın erkek ilişkilerinde düşük yoğunluktaki kısırdönguden kurtulamamış ve hayatınızın anlam kazanmasının karşı cinsle iletişim kurmakla mümkün olduğuna inanmak gibi saplantılarla uğraşıyorsanız bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ederim
genel konulara değindiği için yazarın siyasi kimliğinin rahatsız ediciliğini fazlaca hissetmiyorsunuz.
psikolojik tahlillerle dolu
Tecrübelerle öğrendiğim bazı şeyleri tekrar tekrar anlatması beni müthiş sıktı
maalesef ki 70. sayfadan sonra çöpe atmak zorunda kaldım keşke 3-4 sene evvel okusaydım bu kitabı... :(
umarım işinize yarar
_L_N_

Mesaj gönderen _L_N_ »

kitaptan kesitler ( tamamıyle beni anlatıyor bu kitap...mutlaka okuyun arkadaşlar içinizde kendinizi bulacaksınız)

Kırmızı’nın Rüyası

DIŞARISI ÇOK SOĞUKTU. Üşüyordum. Üstümde yırtık bir palto vardı. Palto bedenimi tamamen sarmıyor, yırtık kısımlardan giren rüzgâr vücuduma işliyordu. Bedenim tir tir titriyor, dişlerim birbirine vuruyordu. Bir yere sığınmam gerektiğini biliyordum. Ama çevremde sığınacak bir yer yoktu. Herhangi bir yön tutturmuş, gidiyordum. Gittiğim yön kuzey mi, güney mi, batı mı, doğu mu, belli değildi. Sadece gidiyordum.

Kendimi, bedenimi, hislerimi, düşüncelerimi unutmuştum. Ne hale geldiğimi tahmin bile edemiyordum. Varlığımı hissedemiyordum. Yıllarca sanki bu yürüyüşü yapıyordum. Ve yıllarca yüzümü hiç görmemiştim. Yüzümün ne hale geldiğini merak ediyordum. Ben kimdim? Nasıl bir varlıktım? Orada ne işim var, niye yürüyüp duruyorum, bilmiyordum. Yürüyüşümün bir anlamı, nedeni olmalıydı. Ama bu soruların cevabını bulamıyordum. İçimde kendime bakmak için büyük bir istek vardı. Bir yandan da, bundan korkuyordum. Nasıl birini görecektim? Gördüğüm, benim yüzüm mü olacaktı? Hiç görmeden varlığını hissettiğim yüzüm benim yüzüm müydü peki?

Ayakkabılarımın altı delinmiş, soğuktan buz kesmişti. Soğuk hava ayakkabının deliğinden içeri girip cildimi bir bıçak gibi lime lime doğruyordu. Sıcak bir yere gitmek istiyordum. Yağmurun, karın, rüzgârın işlemeyeceği bir yer arıyordum. Karşıma bir kulübe çıktı. İçeri girdim. Kimse yoktu. İçerisi dışarıya göre biraz daha sıcaktı. Pencereler yarı yarıya açıktı. Salonun dört duvarında çok büyük aynalar asılıydı. Odanın ortasına geldim. Aynalar yerinden düştü düşecek bir çiviye tutturulmuştu. Dışarıda rüzgârın uğultuları geliyor, aynalar açık pencerelerden gelen rüzgârla yere ha düştü ha düşecek gibi duruyordu. Aynaların duvarda çivilere asıldığı ipin bazı yerleri iyice incelmişti.

Kulübeden içeri girip aynalı salona vardığımda, bir yandan çok sevinçli, bir yandan da çok gergindim. Kendimi görebilme imkânına kavuşmam beni çok sevindirmişti. Nihayet kendimle buluşacaktım. Öte yandan, karşılaşacağım kendimin nasıl olacağının tedirginliği vardı.

Aynalara bakmak ürkütücü geliyordu. Yüzümü aynaya çevirmeden önce gözümü sımsıkı kapadım. Sonra korka korka ve yavaş yavaş açtım. Tam karşımdaki aynada kendimi görmüştüm. İşte oradaydım. Uzun bir aradan sonra kendimle ilk karşılaşmamdı bu. Ben oydum. İçimi tuhaf bir duygu kaplamıştı. Kendimi bulmanın duygusu tüm benliğimi sarıp sarmalıyordu. Tüm üşümem gitmişti. Vücudumu tatlı bir sıcaklık kapladı. Sonra şiddetli bir rüzgâr esti. Karşımdaki aynanın ipi koptu ve ayna yere düştü. Ayna paramparça olmuştu. Ayna kırılınca ben de yok olmuştum. Kendimi kaybetmenin acısı tekrar içime çökmüştü. Olduğum yere çivilenmiş, şaşkın halde dururken, diğer aynalar aklıma gelmişti.

Başımı çevirip sol tarafımdaki aynaya bakmaya karar verdiğim an, yine şiddetli esen bir rüzgâr onu da aşağı indirmişti. İyice heyecanlanmaya, paniklemeye başlamıştım. Kendimi, buldum dediğim yerde kaybediyordum. Elimde iki fırsat daha vardı. Sağımda duran aynaya yavaşça döndüğümü hatırlıyorum. Bir an aynada kendimle karşı karşıya kalmıştım. Muhteşem bir duyguydu bu. İnsanın en değerli varlığı kendisiydi ve ben onu nihayet bulmuştum. Daha isteyebileceğim birşey kalmamıştı dünyada. Artık ayakkabılarımın altındaki deliğin, paltomun yırtık olmasının bir önemi yoktu. Soğuk beni etkilemiyordu.

Tam o an pencere menteşeleri gıcırdadı, kapılar çarptı, bir uğultu koptu, şiddetli yeni bir rüzgâr dalgası odayı doldurdu, aynayı ve beni aşağı indirdi, aynayla birlikte ben de paramparça oldum. Neden kendimi bulamıyordum? Neden aynalar parçalanıyordu? Aynalar parçalanınca ben neden yok oluyordum?

Artık yalnızca arkamdaki duvarda asılı olan ayna vardı. Çok korkuyordum. Onun da yere düşmesini, parçalanmasını istemiyordum. Varlığımı arıyordum. Bulduğum dediğim an neden kaybediyordum? Ya arkamdaki ayna da kırılırsa diye dehşet içindeydim. Aklıma pencereler gelmişti. Hızla pencereleri kapatmaya koşmuştum. Ama pencereler kapanmıyordu. Bir santim bile kımıldatamamıştım. Sanki taştan, sabit penceler halini almışlardı. Kan ter içinde kalmıştım. Kendimi hiçbir yerde göremeyecektim. Kendimi hissedemiyordum artık. Kalbim sıkışıyordu. Nefes alışlarım zorlaşmıştı. Sanki bir el beni boğuyor, varlığımın soluğunu kesiyordu. Yine şansımı denemek istiyordum. Bu kez hızla geri dönecek, atak davranacak ve aynada kendimi görecektim. Ama ayna beni istemiyordu sanki. Beni göstermek istemiyordu. Sanki bilerek rüzgârı yanına çağırmıştı. Bir saniye kadar, aynada kendimi görebildim. Şiddetli bir rüzgâr önce aynayı sağa sola sallamaya başladı. Aynadaki ben de, aynayla birlikte, bir sağa bir sola, sarkaç gibi sallanıyordum.

Sonra olan oldu. Son ayna da yere düştü. Kendimi paramparça hissediyordum. Bir hiçtim. Yoktum.


Kırmızı rüyasını yazmayı bitirdikten sonra defterini kapattı ve yeniden yatağına uzandı. Bir saat önceki rüyasının hâlâ etkisindeydi. Tüm bedeni kan ter içinde kalmıştı. Zor nefes alıyor, sanki nefesi yetmiyor, odada hiç hava kalmamış gibi hissediyordu. Yataktan kalktı. Pencereyi açtı. Derin derin nefes aldı. Evrendeki tüm havayı içine almak istiyordu. Ama hava akciğerlerine gitmiyordu. Göğsünün üstünde tonlarca yük vardı. Kalbinin yerinden çıkacak gibi attığını farkedince, kalp krizi mi geçiriyorum diye korktu. Rüya gördüğünü hatırlayınca biraz rahatladı. Annesini uyandırıp uyandırmama konusunda karar veremedi. Tuvalete gitti. Gürültüsüne uyanan kedisi uyuduğu yerden doğruldu, esnedi, tüylerini yaladı, sonra başını ön ayaklarının üzerine koyarak tekrar uykuya daldı. Kırmızı odasına geri döndü. Pencereden dışarı bir kez daha baktı. Etrafın sessizliği onu korkuttu. Her tarafı karanlık bir örtü kaplamıştı. Gökte ay vardı, insanların yüreğinde ise acı... Kırmızı, kaç insanın daha şu an kendisi gibi acı çektiğini, korkulu bir rüyayla gece uykusundan uyandığını düşündü. Yeryüzünün kısmetine düşen, ay değil, acıydı. Ay tepsi gibi yuvarlaktı. Birkaç yıldız, diğerlerine göre daha parlaktı.
_L_N_

Mesaj gönderen _L_N_ »

--------------------------------------------------------------------------------
Kırmızı'nın Psikobiyografisi

BİR ERKEK KARDEŞİ olan Kırmızı’nın çocukluğu tam bir faciaydı. İçinde doğup büyüdüğü ailesinden, anne babasının kavgalarından, ama özellikle babasından hep nefret etmişti. Aklı yettiğinden beri neden böyle babam var diye sorardı kendine. Anne babası arasında olanları gözledikçe, ikisi arasındaki bağırmalarla kalbi sıkıştıkça, babasıyla yaşadığı çekişmeleri, gerilimli zamanları düşündükçe neden yaratıldım diye hep isyan etmişti. İçinden “Beni dünyaya niye getirdiniz?” diye milyar kere söylemişti belki. Onbir yıl önce annesi ile babası boşanmış, erkek kardeşi ile birlikte Kırmızı annesinin yanına yerleşmişti.

Babası sert mizaçlıydı. Evde beğendiği bir yemek olmamıştı. Aslında beğendiği birşey de yoktu. Kırmızı’nın oturması, kalkması, yemek yeme biçimi, konuşma şekli hep onun tenkit alanındaydı. Bir kere bile dişlerini fırçalama biçimini beğenmemişti. Dişlerini fırçalarken yanına gelir, “Diş macununu neden arka kısmından değil de ön kısmından sıkıyorsun?” diye tenkit ederdi. Ya da “Kızım, dişlerini öyle fırçalama, fırçayı bastırma, çok hızlı fırçalıyorsun, daha yavaş olmalısın, dişlerin niye öyle sarı senin, dün dişini fırçalamış mıydın, dişini fırçalarken görmedim” derdi. Kırmızı dişlerini fırçalamak için banyoya gittiğinde mutlaka kapıyı kapatır, babasının içeri girip kendisini dişlerini fırçalarken görmesini istemezdi.

Baba aynı şeyi erkek kardeşine de yapıyordu. Babasının annesinin yaptığı yemeklere bir kulp takmadan yemek yediğini hatırlamıyordu. Evde yemek zamanları, özel işkence zamanlarıydı. Bazen özellikle merak ediyordu; şimdi babam bu yemekte tenkit etmek için neyi bulacak diye. Annesi çok güzel yemekler yapardı. Büyüyünce hep onun gibi yemekler yapmak ister, ondan tarifler alır, aldığı tarifleri güzelce bir deftere yazardı. Babası için yemeklerin tuzu ya eksikti ya fazla. Yemeğin yağı ya fazla konulmuştu ya da az. Ya çok sıcaktı ya da soğuk. Yemekle başlayan tenkitler havaların sıcaklığına, mevsimlerin uzunluğu ve kısalığına dek uzanıyordu. Babasının yanında asla televizyon seyretmek istemezdi. Haberler başlar başlamaz babası tüm dünya sorunları hakkında fikir beyan eder, olayları ve insanları tenkit eder, kimseyi beğenmez, sinirlenir, öfkelenirdi.

Elma ağacının bir ailesi yoktur. Portakal ağacının da. Bir dağın eteğinde hayatını geçiren dikenli çalının da. Bitkiler hayatlarını yalnız geçirirler. Taşların, toprağın, minerallerin de bir ailesi yoktur. Bir akarsunun kenarına yerleşik bir kaya, hayatı boyu orada kalabilir ve bir anne ve babası yoktur. Anne babası olmayınca da, kardeşleri de yoktur. Anne babası ve kardeşleri olmayınca, bir kayanın ailesi de yoktur. Bitkiler gibi cansız varlıkların da bir ailesi yoktur.

Ama Kırmızı ne portakal ağacıydı, ne dağın eteklerinde dikenli bir çalı. Bazen keşke bir ağaç olsaydım, ya da bir taş olsaydım der, bazen de aile hayatı yaşamayan hayvanlara özenirdi. Örneğin, kedisinin bir ailesi yoktu. Kedisine babası “Neden diş macununu önden değil de arkadan sıkıyorsun?” demiyordu.

İnsanların bir ailesi olmasından dolayı, Kırmızı ‘beni niye insan olarak yarattın?’ diye Yaratıcıya kızgınlık duyuyordu.

Kırmızı yaşamı boyunca evde hep bir gerginlik hissetmişti. Bir tehlike bekler gibi bekliyordu evde. Her an kötü birşey olabilirdi. Her an kötü bir söz, bir bağırtı, babasının birşeyi beğenmemesi... Şimdi neyi tenkit edecek acaba? Şimdi babası neye kızacak? Evinde güvenlik içinde olma, sağlam bir yere bağlanma hissini yaşamamıştı. Güvenlik ve sağlamlık duygusu onun çok uzaklarındaydı. Evinde her an kötü birşeyler olacak diye korkuyor, bu durum gezegendeki varlığını da etkiliyordu. Dünya güvenilir bir yer değildi.

Babası, kız kardeşini, annesini ve Kırmızı’yı bir küme yapar ve tenkitlerinin sonunu “Siz böylesiniz” diye bağlardı. O kadar çok tenkit edilmiş ve o kadar az takdir edilmişti ki, bende hep eksik olan birşeyler var duygusu yaşam boyu yakasını bırkmamıştı.

Kırmızı babasının nazarında değersiz biriydi. Bundan yola çıkarak varoluşum bir gereksizlik diye düşünüyordu. Değersiz, bir işe yaramayan, varlığının kimseye birşey ifade etmediği bir insan için hayat *** bir yaşantıydı. Dünya *** bir yerdi. O *** bir insandı.


Kırmızı çalışkan bir öğrenci oluyor:


En sevdiği günler okul yıllarında karne günleriydi. Çünkü çok çalışkan biriydi. Çalışkan olmalıydı. Karnesindeki notları pekiyi yapmak zorundaydı. Aslına bakarsanız bunun için kimsenin Kırmızı’yı zorladığı yoktu. O kendini zorluyordu. Babasının takdirine mazhar olması için çok çalışkan bir öğrenci oldu. Hayatında her yıl iki kere bile olsa değer verilmek, takdir edilmek istiyordu. Karne günleri ona bir nefes aldırıyordu. Varlığını solukluyor, varlığının farkına varılıyordu. Balıkların nefes almak için deniz yüzeyine çıkması gibi, o da yılda iki kereliğine varoluş denizinden su yüzüne çıkıyordu. O gün, babasının gözbebeklerinde yansıdığını gördüğü tek gündü.

Kırmızı tüm karnelerini hâlâ saklıyordu. Karneleri onun varoluşunun önemli olduğunun kanıtları gibi geliyordu. Şimdi bile bazen çok sıkıntı duyduğunda karnelerini çıkarıyor, onları uzun uzun inceliyor, karne günü hissedebildiği varoluşunu anımsamaya çalışıyor, içindeki boşluğun bir nebze bile olsa hafiflemesine uğraşıyordu. Karneleri, üşüyen ruhunu ısıtan battaniyeleriydi onun.

Bir de bayramlar, gelmesini dört gözle beklediği zamanlardı. Babası o günlerde sanki ateşkes ilan ederdi. Babasının onu takdir etmesi için çok mükemmel olmak zorundaydı. Hep en iyiyi yapmaya çalışırdı. Ondan istediği, bir takdir kırıntısıydı. Ama o da inatla hayatını beğenmemek üzerine kurmuştu. Beğenilmek Kırmızı için hayatî bir konu olmuştu. Şimdi bile, bir sosyal ortama girince ya da bir insanla bir ilişki haline girdiğinde, bir arkadaşlık kurmaya başladığında, insanlar onu beğeniyorlar mı beğenmiyorlar mı diye telaşlanıyordu. Beni sevmezler diye korkuyor ve insanların onun hakkındaki düşüncelerini merak ediyordu. Kolay kolay insanlara güvenemiyordu. Hakkımda kötü şeyler düşünürler diye endişeleniyor, olumsuz düşündüklerini sezdiğinde de kırılıyordu.


Kırmızı verici oluyor:


İlkokul ve ortaokulda cep harçlıklarının yarısını arkadaşları için harcamıştı. Aldığı çikolataları dağıtır, onlara tost ısmarlar, onları kendisine bağlamaya çalışır, onu sevmelerini beklerdi. Çikolatalarını verdiği çocukların ikiyüzlü olduklarını biliyordu aslında. Tost ısmarlamadığında yanından hemen sıvışırlardı. Ona değil tostlara, ona değil çikolataların tadına geldiklerini biliyordu. Onların kendisine ilgisini, değer vermesini satın almıştı âdeta. Rüşvetle kendisini sevdirmeye çalışıyordu. Satın aldığı şey kendini değerli hissetme, takdir edilme, sevilme olsa da farketmezdi. İçinde öyle bir boşluk vardı ki... Duygusal olarak ayakta kalabilmek için başka bir seçeneği yok gibiydi. Bu daha sonraki yıllarda da devam etti. Arkadaşlarla bir kafeye gitse, bir yerde yemek yese, hesabı ödeyen hep Kırmızı oluyordu. Cömert bir kız olarak tanınmıştı. “Bu gerçekte cömert olduğumdan değil” diyordu. “Yemek ısmarlamakla onların ilgisini satın alıyorum. Bu yüzden hayatımda birçok şeyi feda ettim.”


Kırmızı hayır demekte zorlanıyor:


Kimseyi kıramaz olmuştu. İnsanlara hayır diyemiyor, onları incitmekten korkuyordu. İnsanları incitmekten o kadar korkuyordu ki, insan ilişkilerinde kuyumcu dükkanlarındaki teraziden daha hassas davranıyordu. İnce ince tartıyor, karşısındaki insanı inceliyor, yüzünü okuyor, düşünce ve duygularını anlamaya çalışıyordu. Bana kırıldı mı? Benim hakkımda olumsuz birşey mi düşünüyor acaba? Bu sorular bazen günlerce zihnini meşgul ediyordu. En iyi senaryo yazarlarına taş çıkartacak olur olmadık senaryolar kuruyor, senaryolarda arkadaşları onu terkediyor, yalnız bırakıyor, yalnızlıktan acı çekiyor, kimse onu sevmiyor, beğenmiyordu. Bir kere bile gidip de benim hakkımda ne düşünüyorsunuz diye de soramıyordu. Bunu sorunca olumsuz cevaplar alma ihtimalinden ödü kopuyor, böyle cevaplar aldığına dair senaryolar kuruyor, bu senaryolar beynini daha çok kemiriyor, insanların onu terkedeceğine daha çok inanıyordu. Zihnindeki kurgulara hapsolmuştu. Yıllardır hayal hapishanesinde tutuklu yaşıyordu.

İlkokulda öğretmeninin her dediğini yapmaya çalışmıştı. Kendisini sevmesini, hakkında iyi şeyler düşünmesini istiyordu. Onun beğeneceği, takdir edeceği davranışları göstermeye itina ederdi. Onun seveceği, takdir edeceği davranışları tahmin eder, ona göre davranmaya çalışırdı. Öğretmeni titiz bir insandı. Onun titizliğini farkeden Kırmızı defterlerini tertemiz tutar, kırışmış sayfaları düzeltirdi. Birçok kereler defterine ütü bile basmıştı. Öğretmeni ise birkaç defa dışında Kırmızı’nın defterlerine ve kitaplarına gösterdiği itinayı takdir etmemişti. Bu, Kırmızı’nın kaderi olmuştu. Sevilmeye, takdir edilmeye çalıştıkça sanki insanlar bunu farkediyor ve tersine davranıyorlardı.

İnsanların yüzünü bir kitap gibi okumayı öğrenmişti. Arkadaşlarının davranışlarını, yüz ifadelerini, mimiklerini inceden inceye tartıyor, onların kızacağı hareketleri yapmaktan kaçınmaya çalışıyordu. Hayır kelimesini lügatından çıkarmıştı. Hep bahanelerle idare ediyordu. Ya annesi hastaydı, ya babası, ya kendisinin başı ağrıyordu, ya da evde misafirleri vardı. Arkadaşları sinemaya mı davet etti? Annesiyle alışverişe çıkacaktı. Yapması gereken işleri sıralar, teklifi doğrudan geri çeviremez, binbir bahane arasında bocalar dururdu. Arkadaşlarının isteklerini reddedince onlar da onu reddeder diye ödü kopar, kendisini ortaya koyamazdı. Bahaneler de tatmin etmiyordu. Bir bahane bulup arkadaşının davetine gitmediğinde, hemen ertesi gün ona koşar ve gönlünü almaya çalışırdı. Lisede bir gün bir arkadaşı onu evlerine çağırmıştı. “Gelemem, ders çalışmam lâzım” demek yerine, “Evde misafirler var, gelmem imkânsız, başka zaman gelirim” demişti. Ertesi gün arkadaşına çikolata almış, okula gider gitmez arkadaşının kendisine kırgın olup olmadığını anlamaya çalışıp çikolata ikram etmişti.

Etrafındaki insanlar Kırmızı’yı hep uyumlu birisi olarak tanıdılar. Neden uyumlu olmasındı ki? Onlara hayır diyemeyen, sorun çıkarmayan, onların kendisi hakkında iyi şeyler düşünmeleri için çırpınan bir insan nasıl uyumsuz olur ki?


Kırmızı mükemmeliyetçi oluyor:


Çok iyi bir strateji uzmanı olmuştu. İnsanlar tarafından sevilebilmenin, takdir görmenin yollarını düşünüyor, farkında olarak veya olmayarak çevredeki insanlardan bilgiler topluyordu. En çok yaptığı şeylerden biri de insanların sevdiği, beğendiği, değerli gördüğü kişileri incelemekti. Onlar nasıl olup da bu kadar sevilen insanlar olmuşlardı?

Sevilmenin, değerli olmanın mükemmmel olmaktan geçtiğine inanmıştı. Dört dörtlük olmalıydı. Süper, harika, muhteşem olursa, o zaman neler olmazdı ki... Her alanda, her işte, her konuda, işte, evde, kişilikte, davranışlarında, başarılarında, derslerinde, kalkmasında, oturmasında, konuşmasında, giyinmesinde mükemmel olmalıydı. Yetersiz olmayı, aksak, yanlış şeyler yapmayı, zayıf davranışlar sergilemeyi asla kabul etmemeliydi. Ailesini, çevresini etkileyerek, onların beğenisini kazanarak kendisini sevdirebilmek için, hep mükemmel olmalıydı.

Daha da önemlisi, Kırmızı kendisiyle arasına da mükemmelliği koymuştu. Benliği kendisini sevebilmek, kendisini değerli bulabilmek için mükemmel olması gerektiğine inanıyordu. Benliğinin şartlanması buydu: “Mükemmel değilsen, değersizsin.” “Mükemmel değilsen, ben bile seni sevmiyorum.”

İnsanın öteki bir varlık olarak ilk karşısına çıkan, kendi içindeki benliğidir. Sınırlarını bilmeyen bir benliğe sahip insanın benliği öncelikle o insanın kendisini yok eder, kendi varoluşunun önemine dair şartlar koyar.

Kırmızı için ağır olan bir hayatı yaşamak değildi. Hayatı, mükemmeliyetçilik diye tutturan benliği ağırlaştırıyordu. Mükemmel olma, kendisini kusursuz bir mükemmelliğe adama çabası onu insan olmanın sınırlarını aşması gerektiğine inandırıyor, kendi insanî gerçeklerinden uzaklaştırıyor, hayalî bir kusursuz varlığa ulaşmaya çalışıyordu. Beyaz’ın söyleye söyleye ağzında tesbih olan ifadeyle, “Yaşamı zorlaştıran, insanın sınırlarını bilmeyen benliğidir.”

Mükemmel şeyler yapamadığını gördükçe kendisine kızıyor, kendisinden nefret ediyor, kendisinden soğuyor ve kendisini sevmiyordu. En küçük hatalarında bile kendisini eleştirir olmuştu. Hayatı, eksiklik ve yetersizlikleri ile mükemmeliyetçiliği yüzünden bu eksiklik ve yetersizliklerini kabul edemeyişi arasındaki çatışmalarla geçiyordu.

Çok iyi piyano çalmalıydı. Herşeyde, insan ilişkilerinde muhteşem olmalıydı. Hiçbir zaman ağlamamalıydı. Acı çekmemeliydi. Ona göre, acı çeken insan, yetersiz, eksik insandı. Duyguları haz içinde, sevinç içinde olmalıydı. Mükemmel olmanın böyle gerçekleşeceğine inanıyordu. Çünkü, kişiliği kuvvetli olan insanların acı çekmeyeceğine, hayat karşısında her zaman dimdik duracaklarına inanmıştı. İçinde anlam verebildiği ya da anlam veremediği bir sıkıntı duysa, birşeye üzülse, hemen kendisini kişiliği zayıf olmakla suçlardı. Acıları kendisine yakıştıramıyordu. Kendi içinde yaratılmış duygularına bu isyan edişi onu daha da acılar içinde bırakıyor, bu kez de acı çektiği için acı çekmeye, üzüldüğüne üzülmeye, keder duyduğu için keder duymaya, ağladığına ağlamaya başlıyordu.

Hata yapma onun benliğinin mükemmellik kriterine uymuyordu. Ne zaman mükemmel olursa ancak o zaman kendini sevebilecek ve o zaman başkaları onu sevebilecekti. O harika kızın, o muhteşem Kırmızı’nın acı çekmesine, hüzünlenmesine, sıkıntı duymasına dayanamıyor, bunu kendisine yakıştıramıyordu. Eğer acı çekiyor, hüzünleniyorsam, bu benim kişiliğimin zayıf, dayanaksız, önemsiz olduğunu gösteriyor diye düşünüyordu. Tüm duygularımı kontrol edebilmeliydi. Olumsuz duyguları içinden atmak için çabalıyor, ama beceremiyordu. İçindeki sıkıntılarını, hüzünlerini, elemlerini yok etmek için çabaladıkça bunlar habire artıyordu.


Kırmızı’da aşırı sorumluluk gelişiyor:


Yaşamayı bir ceza gibi görüyordu. Ev içinde günah keçisiydi. Sanki dünyaya işlediği suçların, yanlışların cezasını çekmek için yollandığına inanmıştı. Çocukken babası yaramazlık yaptığında “Bir daha yapıcan mı, yalan söyleme, bir daha yaramazlık yaparsan, yalan söylersen, bunun çok cezasını çekeceksin” derdi. O da her an ceza göreceğim şeklinde bir beklenti içinde yaşardı. Yedi yaşından beri yaşadığı her olumsuz olayı ceza olarak yorumlamış; hatta bazen yaşadığı iyi şeyleri bile haketmeyerek, bir ceza olarak yaşadığına inanmıştı. Annesiyle babası kavga ettiklerinde kendisini suçlardı. Onları ayırmaya çalışırdı. Onlar öfkeyle “Bütün bunlar senin yüzünden. Senin yüzünden kavga ediyoruz” derlerdi. Yaramaz bir çocuktu. Yaramazlıklarını annesi babasına yükler, “Bu çocuk senin yüzünden böyle” der; babası ise annesine yükler, “Bu çocuk senin yüzünden böyle” derdi. O evin işe yaramayan eşyaları gibi bir fazlalıktı. Onlar için sadece bir sorun olarak hissediyordu kendisini. Ben olmasam kavga etmezler diye düşünürdü. Böyle olunca ölmek, yok olmak gözüne çok güzel görünürdü. Onların kavgalarından, mutsuzluklarından ben sorumluysam, ben kötü bir çocuksam, birçok kötü şeyin sorumlusu da ben olmalıyım diye düşünürdü. Birçok kötü şeyin sorumlusu olarak kendisini görüyor, buradan kötü biri olduğu sonucunu çıkarıyor, kötü birisi olduğundan dolayı da kendisinden nefret ediyordu. Kötü birisi olmaktan ancak çok mükemmel, iyi, doğru, asla yanlış yapmayan birisi olarak kurtulabileceği sonucuna vararak, hayatında, bedeninde olan bitenleri, duygularını, düşüncelerini denetlemeye çalışıyordu.

Böylelikle Kırmızı giderek iyi bir denetçi haline geliyordu. Hareketlerini, davranışlarını, konuşmalarını, yemesini, içmesini devamlı izlemeye çalışıyor, hata olarak gördüklerini hemen düzeltmeye girişiyordu. Bunlar ise onu çok yoruyordu. Kendisini denetleme tutkusu onu sürekli tetikte, alarm durumunda olmaya sevkediyor, bu da içindeki enerjisini emiyordu.
_L_N_

Mesaj gönderen _L_N_ »

Kırmızı’da narsizm gelişiyor:


İyice köşeye sıkışmıştı. Ruhu yalnız ve kimsesizdi. İçinde sanki hiçbir şey yoktu. Kendisini hayatın içinde gereksiz bir varlık olarak görüyordu. Olumsuz olayların sorumlusu oydu. Sanki her an cezalandırılıyormış gibi hissediyordu. Değer verilmeyen, tenkit edilen, sevilmeyen, takdir görmeyen bir varlıktı. Ruhu iyice bunalmıştı. Ama hayaller vardı. Dayanacağı bir nokta arıyordu. İmdadına fantaziler, hayaller yetişti.

İlk hayal kurmaya yedi yaşında başlamıştı. Hayallerinde kendisine sığındı. Eğer kimse ona değer vermiyorsa, o da kendi kendisini yüceltecekti o zaman. Kendisinden başka bir sığınağı olabileceğini düşünemiyordu. Daha ileriki yaşlarda, başka bir sığınak da istemediğini farketmişti. Dünyadaki insan adlı varlıklar kendisi için sığınak olmaktan uzaktı. İçindeki duyguları onu Yaratıcıya sığınması konusunda iteleyip duruyor, bir yandan da içindeki birşey bundan hiç hoşlanmıyordu. İçindeki o şey, ya da, o bölge, her ne ise yani, O’na isyan etmek istiyor, O’na bağlanmak istemiyor, O’nun sığınılan tek varlık olmasından rahatsız oluyor, O’na sığınmaktan kaçındıkça bundan garip bir zevk alıyordu. Dünyası bu garip zevk ile duygularının acı ve elem içinde can çekişmesinin karmaşası içerisinde allak bullaktı. Bana bu hayatı Yaratıcı verdi diyebiliyordu. O’nsuz hiçbir varlığın olamayacağını aklı kabul ediyordu. Ama öte yandan bana değer vermeyen, sevmeyen, tenkitleriyle beni aşağılayan bir baba verdi diye de isyanları oynuyordu. Bu Yaratıcı beni nasıl sevebilir, diye düşünüyordu. Bana daha iyi bir anne baba veremez miydi? İsterse verebilirdi. Vermediyse, Kırmızı’yı sevmiyordu. Sevmiyorsa, Kırmızı da O’na sığınmayacaktı. Annesi her akşam yatarken dua etmesini isterdi. Kırmızı ise yalandan dua eder gibi yapar, oysa sadece dudaklarını kıpırdatırdı. Hayır, O’na sığınmayacaktı. Kendisine sığınacaktı. Kendisinin ise sığınılacak kadar yeterli, kuvvetli, herşeye gücü yeten bir varlık olmadığını biliyordu. O zaman, böyle birisi olurdu o da. Ne var ki, gerçek yaşamda herşeye gücü yeten bir varlık olunamıyordu. O da hayallerinde böyle birisi olurdu.

Bir gün Dr. Mavi’ye yaşadığı bir olayı anlatmıştı. Yirmiüç Nisan müsameresinde şiir okuyacaktı. İlkokul beşinci sınıftaydı. Annesiyle babasının önemli bir işleri çıkmış, müsamereye gelememişlerdi. Kırmızı’yı annesinin yardımcısı olan kadın getirmişti. Kırmızı şiiri okumaya başlamış, ama üç satırdan sonra heyecanlanmış, zihni karışmış, sanki beyni bedenini terketmişti. Donakalmıştı. Sonraki hiçbir dize aklına gelmiyordu. Seyircilerin önünde ağlamaya başlamıştı. Öğretmeni hemen koşmuş, Kırmızı’ya sarılmış, onu teselli etmiş, şiiri okumasının hiç önemli olmadığını söylemişti. Öğretmeninin bu davranışını hayat boyu unutamamıştı. Kırmızı, Dr. Mavi’ye, “O an Yaratıcıya öyle kızdım ki, niçin bana yardım etmedin diye O’na çok isyan ettim. Neden yanımda değildin dedim Yaratıcıya” demişti. Dr. Mavi de “Yaratıcı oradaydı. Sana yardım etti. Görmedin mi?” diye sormuştu. Kırmızı anlamadan bakmıştı. Sonra da, “Benimle alay etmeyin. Yaratıcı isterse şiiri hatırlamamı sağlayabilirdi, ama yapmadı. Yardımını benden esirgedi. Bana şefkatle davranmadı” diye itiraz etmişti Dr. Mavi’ye.

Dr. Mavi’nin “Yaratıcının sana nasıl yardım edeceğini sen belirleyemezsin. O sana şefkatle davrandı. Yaratıcı senin imdadına öğretmenini yolladı. Öğretmenin sana sımsıkı sarılırken O’nun rahmeti seni kuşatıyordu aslında. Sen kendi benliğinin biçimlendirdiği yardımı talep ediyor ve Yaratıcıya seçim hakkı tanımıyorsun” cevabı, Kırmızı’nın kafasını karıştırmıştı.

Kendisine sığınabileceği, herşeye gücü yeten bir Kırmızı’yı hayal etmeye başlamıştı artık. Kendisini kuş gibi uçar halde düşlüyordu. Hem de saatlerce... Evin içinde dışında Peter Pan gibi uçuyordu. Bazen denizkızı oluyordu. Okyanuslardan okyanuslara dolaşıyor, bir an denizin dibine dalıyor, sonra yukarı çıkıyor, yorulmak bilmiyordu. Göklerde uçarak gökyüzündeki bulutları pembeye boyuyordu. Sonra kuru dallara dokunuyor, onları yeşertiyor, uçlarına çiçekler konduruyordu. Çok iyi ressam idi başka bir zaman. Dünyanın en iyi ressamıydı. Bu fantaziye de lise yıllarında başlamıştı. Tüm tabloları çok iyi parayla satılıyordu. Piyano çalışıyordu. Konserler veriyordu. Ayakta alkışlanıyordu. İnsanlar saatlerce onu alkışlıyordu. Hem de ayakta... Sonra, bir kere daha çalıyordu. Yine alkışlar... Ondan yüzyılın yeteneği diye söz ediliyordu.

Fantazilerinden haz aldığını görünce, kurduğu hayallerin süresi ve sıklığı iyice artmaya başlamıştı. Bazen annesi ve babası “Kızım nereye daldın gittin?” diye uyarırlardı. En iyi hayal kurma yeri yatağıydı. Hayal kurmak için erken yatmaya bayılırdı. Birçok çocuğun yaptığı gibi, hiç itiraz etmezdi erken yatmaya. Babası ve annesi bu konuda ondan çok memnundular. Odası loş bir karanlığa bürününce gözlerini kapatır; kendisini çok güçlü, kuvvetli bir halde hayal eder; acının, kederin, tenkit edilmenin olmadığı, insanların onu sevdiği, değer verdiği, önemsediği hayaller kurardı. Varolduğunu hayallerinde hissediyordu.

Hayallerinde herşey olağanüstüydü. Erişilmezdi. Sınırlar yoktu. Uçuyor, okyanuslar arası yüzüyordu. Canı ne isterse o oluyordu. Gökyüzünü hangi rengi isterse ona boyuyordu. Kimse ona karışmıyor, karışamıyordu. Bu dünyanın kraliçesiydi. Bir dediği iki edilmiyordu. Her türlü isteği yerine geliyordu. Tüm olayları sanki o kontrol ediyordu. Evrenin merkezi oydu. Evreni sanki o yönetiyordu. Herşeye, herkese, herşeyin duygu ve düşüncelerine girip zihinlerini okuyordu. Canlı cansız nesneleri hareket ettirebiliyor, gökyüzüne müdahale edebiliyor, elleriyle şimşekler oluşturuyor, yüksekten atlayınca birden kuş oluyor, ölmüyor, zarar görmüyor, sınır, kural tanımıyor ve sonsuz yaşaşamak istiyordu.

Fantazilerinde dünyanın en güzel kızıydı. Tek ve eşşizdi. Herşeyiyle hem de... Duygularıyla, fiziğiyle, düşünceleriyle, yetenekleriyle en güzel oydu. Benzersizdi. Kimsenin sahip olamayacağı şeyleri vardı. Özeldi ve tekti.

Benliği hayallerinde sınır tanımıyordu. Güçlüydü, çok bilgiliydi, herşeye hükmediyordu, herşeyin içine sızıyordu. Öyle ki, kurduğu bu hayaller kişiliğini yavaş yavaş etkilemeye başlamıştı. Fantazilerinde idealleştirdiği kendisinin gerçekte de öyle özellikler taşıdığına inanmaya başlamıştı. İlkokul üçüncü sınıfa giderken bir keresinde ciddi şekilde balkondan atlamayı planlamıştı. Atlarsa ona birşey olmayacağına inanıyordu. Atlarken kuş olurum ve yere düşmem demişti kendi kendine. Tıpkı hayallerindeki gibi. Balkona çıkmış, ama birden kendisini yere çakılmış, bedeni parçalanmış bir şekilde hayal etmiş, içine bir korku düşmüş ve atlamaktan vazgeçmişti.

Sınırları kabul etmeyen, istediğini yapmak isteyen, engellenmekten nefret eden biri haline gelmişti. Yaptığı en basit işleri bile tıpkı hayallerinde olduğu gibi hiç eksiksiz yapmaya çalışıyordu.

Gitgide kendisinin oldukça özel ve dokunulmaz biri olduğuna, dolayısıyla hayatta hep iyi şeyler yaşamayı hakettiğine dair bir inanç gelişmeye başladı. Birşeyler yanlış gittiğinde, ‘benim gibi özel ve mükemmel birisi nasıl olur da bunu göremez?’ diye kendisine kahrederdi. Ya da, diğer insanlardan kaynaklanan bir olumsuzlukla karşılaşır karşılaşmaz, ‘bu bana nasıl yapılır?’, ‘nasıl olur bu?’, ‘benim başıma böyle bir olay nasıl gelebilir?’, ‘ben bunu haketmiyorum ki!’ diye sorgulamalara başlardı. Böyle yapa yapa, ‘insanlar ve hayat bana nasıl haksızlık yapabilir?’ diye öfkeye kapılmayı öğrenmişti. Otobüs durağında beklerken onun bineceği otobüs neden, niçin, nasıl olur da zamanında gelmezdi. Ya da lisedeki arkadaşı onu terkedip başka bir kızla nasıl arkadaşlık kurabilirdi? Varoluşun temel sınırlarında insanî çaresizliklerden, kısıtlı olmaktan, engellenmekten, acıkmaktan, üşümekten, hastalanmaktan nefret ediyor, insanî çaresizlik ve kısıtlılıklar yaşadığında hem Yaratıcıya, hem kendisine, hem de bu şartlara öfke duyuyordu.

Hayallerini tabiî ki en çok da beyaz atlı prens işgal ediyordu. Lise yıllarında başlamıştı bu da. Beyaz atlı prensi beklenmedik bir zamanda, tam ihtiyacı olan bir anda geliyor, yaşadığı bu ortamdan alıp onu cennetsi bir dünyaya götürüyordu. Beyaz atlı prensi fantazilerinde ona çok değer veriyor, âdeta tapıyordu. Kırmızı’yı her an seviyor, onunla her an ilgileniyordu. Onu en iyi anlayan insandı. Onu yaptıklarından dolayı onaylıyor, takdir ediyor, destek veriyordu. Gereksiz bir insan konumundan çıkarıp, gezegendeki varlığının değerini fısıldıyordu. Ölse arkasından ağlayacak birisiydi o. Gezegendeki varlığının bir gereksizlik olmadığını hissettirecek ve öldüğünde üzülecek birisiydi. Beyaz atlı prensi, yaşamının anlamıydı. O olmaz ise hayat bir gereksizlik gibi geliyordu. Sen değerli bir varlıksın diye fısıldıyordu ona. Yaşadığını hissettiriyordu. O, kurtarıcısı, sığınağı, ilahı olacaktı Kırmızı’nın. Zalim dünyadan çekip alacaktı onu.

Beyaz atlı prensiyle ilgili hayalleri bazen tam bir acı ile sonlanıyordu. Kendisini hüngür hüngür ağlar halde bulabiliyordu. Çünkü bir gün geliyor ya beyaz atlı prensi onu terkediyor, ya onu artık sevmediğini söylüyor, ya da sokakta onu başka bir kızla gezerken görüyordu. Bazen de beyaz atlı prensin öldüğünü hayal ediyordu. Yanıbaşında, ellerinden kayarak gözleri kapanıyordu beyaz atlı prensin. O ise buna engel olamıyor, elinden birşey gelmemesine üzülüyordu. Hayalinde durmadan ağlıyordu. Sonra gerçekten ağlamaya başlıyordu. Onun ölmemesi için hiçbir şey yapamamak Kırmızı’yı çok incitiyordu. Sonsuza dek ayrılıyorlardı. Elinden kayıp gidiyordu. İyi başlayan hayal kurmalar kötü sonla bitiyordu böylece. Hayallerinde önce gökdelenin en üst katına çıkıyor, sonra birden yere çakılıyordu.

İnsanın en büyük korkusu sevilmeme korkusudur. Bu, değersiz olma korkusu olarak da adlandırılabilir. Kırmızı’nın da hayatındaki en önemli korkuydu bu. Kiminle tanışsa, arkadaşlık kursa, beni sever mi diye sormadan edemezdi. Bazen, Kırmızı’yı tüm kalbiyle sevecek, değer verecek tek bir insana bile razı olduğunu düşünürdü. Dünyada herkes Kırmızı’yı sevemeyeceğine göre, bu yeterli olabilirdi. Birisi gelip kalbini ısıtsa yeterdi. Tek bir güneş yeterdi Kırmızı’ya. Zaten güneş bir tanedir. Bilmeden aradığı O, tek bir güneşti.

Kırmızı’nın çocukluğunun özeti şuydu: Her ne yaparsan sen bir hiçsin, değerli değilsin, sen bir başbelasısın. Babasından gelen bu mesajı alıyor, ona sadece özellikle babası, bir ölçüde de annesi istediği değeri vermediği halde bu mesajı tüm varoluşuna yayıp genelleştiriyor; ailesinin bakış açısında değersiz olduğu halde, bir varlık olarak, evrenin içinde bir varoluşa sahip bir insan olarak Kırmızı’yı değersiz, bir hiç, bir başbelası, gereksiz bir madde yığını, işe yaramaz bir varlık konumuna koyuyordu.

Geçmişi, ve ondan yola çıkarak kendi varoluşunu bir kör nokta haline getirmişti. Bir kere varoluşunu gereksiz ve değersiz olarak görmüştü. Artık elinde ne olursa olsun farketmiyordu. Ne yaşadığı güzel olaylar, ne tatlı günışığı, ne içsel zenginlikler, ne yediği elma... Hiçbir şey artık ona güzel, değerli, anlamlı gelmiyordu.

Kırmızı, hayat hikâyesini anlattıkça, bir yandan da Dr. Mavi’yi inceliyordu. “Neden çok acı çekiyorum, anladınız mı?” der gibi bir incelemeydi bu. “Böylesine acı çekmeye hakkım var işte” der gibiydi. Bir keresinde, “Bu kadar değer verilmeyen bir ortamda büyüdüm. Hep sevilmeme, değer verilmeme korkusu yaşadım. Anladınız mı işte, erkek arkadaşım beni terkedince neden yaşamımın anlamı yok diyorum” demişti Dr. Mavi’ye.

Dr. Mavi susmuştu. Kırmızı’nın kendisine acıdığına inanıyordu. Kırmızı hayatının tümüyle bir mahrumiyet içinde geçtiğini düşünüyor, kendisini değersiz bir varlık olarak görmesi için elinde ciddi gerekçeler olduğuna inanıyordu. Narsistleşmiş benliğine göre, Kırmızı bir zavallıydı. Hayatta hiçbir dikiş tutturamayan, bir iş başaramayan, zavallı bir yaratıktı o. Dr. Mavi ise, Kırmızı’nın kendisine acımasının onu güçsüzleştirdiğine inanıyordu.

Dr. Mavi’nin ilk tesbiti buydu. Kırmızı kendisine acıyordu. Kırmızı’nın içindeki kendisine acıma duygusu yıllardır Kırmızı’nın yakasını bırakmamıştı. Bu duygu onu bırakmak, terkedip gitmek istemiyor, onun varlığının içine kök salmakta direniyordu. İçindeki kendisine acıma duygusu beslenme kaynaklarını bulmak zorundaydı. Bu yüzden de her ne yaşarsa yaşasın negatif görmek zorundaydı. Kırmızı herşeye olumsuz açıdan bakmalı, değerli hiçbir şeye sahip olmamalıydı ki, kendisine acıma duygusu içinde varolmaya devam etsin.

Dr. Mavi’nin meslekî yaşantısı kendisine acıyan insanlarla doluydu. Sokaklarda dolaşırken insanları seyreder, insan ruhunu okumaya çalışır, kimlerin kendisine ne kadar acıdığını merak ederdi.

İnsanlar bir kendisine acıma, en çok kendilerinin acı çektiklerini anlatma yarışı içinde idiler. Hayattan memnun olmayan insanlarla dolu bir ortamın içinde bulunun ve başınızın ağrıdığını söyleyin. En kötü başağrısını onların çektiklerini söyleyeceklerdir. “Sen geçen gün benim migren atağımı görecektin. Senin başağrın da birşey mi?”

Kimse direkt olarak kendisine çok acıdığını söylemez. Kendisine acımanın en tercih edilen yolu, şikâyet etmektir. Kendi sağlıklarından, yaşama koşullarından, hastalıklarından, insan ilişkilerinden sürekli şikâyet eden, birşeyden memnun olmayan, herşeyi tenkit eden, memnuniyetsiz, huzursuz insanlar genelde kendisine acıyan insanlardır. Kendilerini hayatın içinde bir kurban, hep kötü şeyleri yaşamış bir zavallı olarak görürler. Yanıbaşlarındaki kendilerini değersiz gördükten sonra, değerli hiçbir şey kalmaz.

Dr. Mavi kendisine acımada en çok çocukluk yaşantılarının, sonra da hastalıkların kullanıldığını görüyordu. Fiziksel bir hastalığı olup da bu hastalığı kendisine acıma nedeni olarak kulllanmayan çok insan vardı. Hastalığı ile barışık, ondan memnun; hastalığının varoluşsal sınırlılıklarını ona gösteren bir eğitmen, bir hikmeti olan, ona onu anlatan, sınırlarını öğreten, kendi gerçekliğinden dem vuran bir yaşantı olduğunu söyleyebilen çok az insan vardı.

Hayatını şikâyet etme üzerine kurma, hayatı bir kendisine acıma haline getirme tutumu, narsistleşmiş bir benlik oyunudur. Dünyanın en zavallı mazlumu rolü bir yandan narsistleşmiş benliğe zehirli bir doyum sunar. Kendi gerçekliğinden uzaklaşmış, varolmaya, kendisine sunulana isyan etmeye kurgulamış narsistleşmiş benlik, çekilen acılarla kendisini yüceltmeye uğraşır. Narsistleşmiş benlik kendisini acılarıyla yüceltmeye çalışır. Acıları pazarlar. Bu pazarlama insanın kendisini pazarlamasıdır. Çekilen acılar vitrinde sergilenir. Benlik bundan menhus bir zevk alır. Varoluşun bir noktasında ve tüm noktalarında kendisine verileni benimseme, kabul etme, şükran duyma yerine, daha fazlasına hakkı olduğunu iddia eden narsistleşmiş benlik, varoluşun her halini bir tenkit unsuru haline getirerek, kendi tasarlamadığı tüm varoluş olanaklarını yok sayar.

Böylesi bir narsistleşmiş benlik kendisini Yaratıcıdan ayrı bir yere koyarak, kendisini Yaratıcıdan bağımsızlaştırmaya çalışarak, çekilen acıları O’na giden bir yola dönüştürmek yerine, kendisini yüceltmeye giden bir yola dönüştürür. Benlik bu yolla Yaratıcının insanın önüne koyduğu tüm varoluş olanaklarını hem hiçleştirir, hem de, bu hiçleştirmeyi kendisi yaptığı halde, bunu bir zavallılık, bir mahrumiyet konusu yaparak kendisine acır.

Dr. Mavi’nin Kırmızı’yla ilgili olarak vardığı sonuç şuydu: Kırmızı geçmişinin kötü yanlarını anlattıkça, Kırmızı’nın narsistleşmiş benliği bundan büyük bir haz alıyordu. Narsist benlik, Kırmızı’yı bir ahtapot gibi emiyor, bu hazzı bırakmak istemiyordu. Kendisine acıma ona verilen, onda görünen iyi şeylerin, güzelliklerin, nimetlerin, ona edilen ihsanların Kırmızı tarafından farkedilmesini engelliyordu. Kendisine acıdıkça kendi varlığını, varlığın kendisini, varolmayı kötülüyor, bu da hayatı yaşama imkânını yok ediyordu.

Kimse Kırmızı’yı Kırmızı’nın kendi narsistleşmiş benliğinden daha fazla üzemiyordu. Kimse etrafına benliğinden daha yüksek duvarlar öremiyordu. Kendisini kendisine hapsediyordu. Kimi zaman geçip gitmiş geçmişine... Kimi zaman gelmemiş geleceğin kaygılarına... Süresiz bir hapisti bu. Çünkü, süresi belli değildi.

Bir isyan hapsindeydi. Çocukluğu, çocukluğunun ona acı veren olaylarına isyan etme hapsindeydi yıllardır. İşyerinde, sokakta, caddede, yürürken, yağan yağmurda, karda, fırtınalı günde, kaçırdığı otobüste, geçirdiği gripte, isyan halindeydi. Beğenebildiği, onu tatmin edebilecek, şükredebileceği birşey yoktu sanki. Şimdi de erkek arkadaşının onu bırakmasını bir kendisine acımaya dönüştürüyordu.

İsyan kendisine acımaya dönüşüyordu. Hep neden sorusu vardı zihninde. Yaşadığı olayları kurcalar, neden ve niçinlerine ulaşmaya çalışır, hayatının neden ve niçin kendi istediği, arzu ettiği şekilde gitmediğinden müthiş öfkeye kapılır, sonra kendisine acır, sonra da oturur ağlardı. Bu neden ve niçinler tenkitle karşık neden ve niçinler olduğu için, arkasından asla bir cevap gelmiyordu.

Yaşadığı çoğu olaydan kendisine bir acıma, zavallılık, bir kenara itilme, değersizlik, önemsenmeme payı çıkarıyordu. Yaşadığı iyi şeyleri bile ben bunlara lâyık değilim diyerek kötüleştiriyor, içselleştiremiyordu
Kullanıcı avatarı
sunühat
Mesajlar: 447
Kayıt: 08 Eki 2006, 21:37
Konum: samsun

Mesaj gönderen sunühat »

lavinyanın alıntısından:

Kendimi, bedenimi, hislerimi, düşüncelerimi unutmuştum. Ne hale geldiğimi tahmin bile edemiyordum. Varlığımı hissedemiyordum. Yıllarca sanki bu yürüyüşü yapıyordum. Ve yıllarca yüzümü hiç görmemiştim. Yüzümün ne hale geldiğini merak ediyordum. Ben kimdim? Nasıl bir varlıktım? Orada ne işim var, niye yürüyüp duruyorum, bilmiyordum. Yürüyüşümün bir anlamı, nedeni olmalıydı. Ama bu soruların cevabını bulamıyordum. İçimde kendime bakmak için büyük bir istek vardı. Bir yandan da, bundan korkuyordum. Nasıl birini görecektim? Gördüğüm, benim yüzüm mü olacaktı? Hiç görmeden varlığını hissettiğim yüzüm benim yüzüm müydü peki?

insan kendini arıyor yıllarca ama bulamıyor işte...
anlaşılmaz bir manayım şimdi bilmem kim çözer beni...
_L_N_

Mesaj gönderen _L_N_ »

kendini bulmuşken kaybetmesi çok kötü!
Kullanıcı avatarı
sunühat
Mesajlar: 447
Kayıt: 08 Eki 2006, 21:37
Konum: samsun

Mesaj gönderen sunühat »

evet belkide en kötüsü bu lavinya ...
anlaşılmaz bir manayım şimdi bilmem kim çözer beni...
Kullanıcı avatarı
gülşen
Mesajlar: 1694
Kayıt: 01 Mar 2007, 16:18
Konum: balıkesir

Mesaj gönderen gülşen »

lavinya;ben kırmızı diilim..bu iyi bişi mi?
ben bir gün giderim ki neyim kalır;
eksik bıraktığım herşeyim kalır...
adamin_biri
Mesajlar: 5
Kayıt: 20 Nis 2007, 01:01

Mesaj gönderen adamin_biri »

bir zamanlar bir arkadaşım hediye etmişti bu kitabı
okumadan çöpe atmış onuda çok guzel bir kitap beğendim diye kandırmıştım,
uzun zaman önce onunla bağlantım koptu
bu sıralar bu kitap tesadufi elime geçti yeniden başladım okudukça aklıma o arkadaş geliyor ve yaptığım şeyden utanıyorum :cry:
Kullanıcı avatarı
dekstralak
Mesajlar: 271
Kayıt: 11 Nis 2007, 02:54

Mesaj gönderen dekstralak »

Ben de okumuştum bu kitabı.
Fena değildi.. :)
Bazı karakterlerde insan kendini buluyor sanki... ;)
Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül,
Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül.
Etsem de abestir sitem-i hâre tahammül,
Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül.
fade to black
Mesajlar: 2747
Kayıt: 24 Nis 2007, 16:49

Mesaj gönderen fade to black »

Kırmızı'da kendimi gordum... kitabi mutlaka almaliyim. Alintilar icin saol Lavi...
Cevapla